BELMA AKÇURA
Türkiye bir dönem ‘araştırmacı gazeteci’ ifadesini çok sevmişti… Özellikle faili meçhul cinayetleri yazan çoğu gazeteci bu ifadeyle anıldı. Oysa bir dönem olayları kendi tarihsel süreci içerisinde toparlayıp yazmamız, dosyalar arasına sıkışmış, saklanmış, yok sayılmış bazı insanların isimlerini bulup çıkartmamız ‘araştırmacı gazetecilik’ ten çok ‘arşiv gazeteciliği’ olarak tanımlanabilir.
Biraz daha tecrübeli olanlar; sezgileri de kuvvetliyse, hangi haberi nereye kadar takip edeceğini bilip, kendi haberlerine oto sansür uygulayarak bu haberleri belli bir yere kadar takip edebildiler. Mesele bir adım öteye geçip geçememek olunca da yıllarca aynı ifadelerle birbirinin benzeri olayları hatırlatmaktan öteye geçemediler.
Gazeteciliğin en basit tanımıyla bir sorgulama işi olduğunu unutanlar da kaynakları, o kaynağın amacını, o kaynaktan edindiği bilgiyi, belgeyi araştırmadan sorgulamadan başka kaynaklardan doğrulatmadan olduğu gibi yayımladı. Gazeteci refleksiyle hareket etmeyi unutan çoğu gazeteci de genellikle ellerindeki bilgi ne kadarsa o kadarını sorgulamadan yayımladı, bilgi ne kadarsa o kadarına razı gelerek ‘sürü gazeteciliği’ yaptı.
2013 Mayıs’ın da Los Angeles’ta gerçekleşen Haber Ombudsmanları toplantısında da ‘sürü gazeteciliği’nin sonuçları üzerinde duruldu. Bir gazetecinin kendisine sunulan bilgi, belge ve açıklamaları araştırmadan, sorgulamadan, habercilik refleksini kaybederek okura aktarması olarak tanımlanan sürü gazeteciliği, genellikle kurumların ve siyasilerin açıklamalarını olduğu gibi kabul etmek olarak kendini gösteriyor.
***
Bizim gibi ülkelerde faili meçhul cinayetleri araştırmayı bir tarafa bırakın; o cinayetlere ilişkin yetkili mercilerin yaptıkları açıklamalara ilişkin soru sormaktan bile korkuyoruz.
Örneğin 1979’da Milliyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi cinayetinde tetikçi olarak yargılanan ve ceza alan Mehmet Ali Ağca askeri cezaevinden kaçırıldığında dönemin Başbakanı Bülent Ecevit olayla ilgili açıklama yaparken ‘kaçırılması düşündürücüdür” demişti. Şimdi asıl düşündürücü olan o dönemde Hasan Fehmi Güneş, Ecevit’e bu davayı engellemek isteyen kurumları işaret ettiği halde neden siyasi irade gösterememiş olduğudur. Ama ilginçtir arşivlere baktığınız zaman gazetecilerin bu yönde Ecevit’e bir soru sormadığını görürsünüz.
Ne demişse o…
Bir başka çarpıcı örnek Ecevit öldükten sonra kendi özel arşivinden çıkan bir raporla ilgili gazetecilerin duruşudur. Rapor Kahramanmaraş olaylarının planlayıcılarının kimler olduğu üzerine. Can Dündar ve Rıdvan Akar’ın Ecevit’in özel arşivinde buldukları bu raporu gazeteler kamuoyu ile paylaştı. Ben dâhil birçok gazeteci rapordan alıntılar yaptı. Ama hiçbirimiz bu raporda yazılanların ötesine geçemedik. Bilgi neyse ne kadarsa onunla yetindik. Ecevit bunu niye kamuoyuyla, yargıyla hiç paylaşmamış, niye arşivinde saklı kalmış gibi en basit soruları bile sormaktan kaçındık. Raporda adı geçenleri katliamın planlayıcılarını gidip bulmadık, onları kamuoyunda deşifre etmedik. Yargının ‘suç duyurusu’ kabul edeceği bilgilerle olayın üzerine gidemedik. Sadece Ecevit’in arşivinden çıkan rapor diye geçiştirdik…
İşte bu sürü gazeteciliğidir. Birinin yazdığının bir adım ötesine geçemiyor olmak… Sana sunulan kadarını yazmak, araştırmamak…
***
Resmi kurumların ve politikacıların verdiği bilgilerle yetinmenin nasıl bir gazetecilik olduğunu ortaya koyan son dönemde ortaya çıkartılmış en iyi örnek, sanırım 1993’de Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın‘ın öldürülmesiyle ilgili yapılan haberlerdir.
Bundan tam 20 yıl önce 1993 Ekim’in de ajanslar ve gazeteler bir haber geçer;
“Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Diyarbakır Lice Asayiş Bölük Komutanlığı binasında bir çatışma anında kendisine hain bir terörist kurşununun isabet etmesiyle şehit oldu. 22 Ekim 1993’te görevi başında şehit edilen Tuğgeneral Bahtiyar Aydın Paşa’mız evli ve 2 çocuk babasıydı.”
Açıklama resmi bir kanaldan yapılınca haliyle gazeteciler bu açıklamayla yetindi. Olay kayıtlara ‘Lice Baskını olarak’ geçerken basın tören, taziye, siyasilerin ‘elem’ dolu ifadelerinin bir ötesine geçemedi.
Sonraki yıllarda da basın ‘hain kurşunla şehit olan’ ifadesi üzerinden Tuğgeneral Aydın’ın öldürülmesini sadece hatırlatmakla yetindi.
Tuğgeneral Aydın’ın öldürülmesinden sonra Dönemin Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığı, Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın cinayetiyle ilgili bir PKK’lının yakalandığı açıklar.
Yakalanan S.D isimli PKK’lı bir itirafçı…
Günlüğünde Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın şehit düşmesi olayına da yer vermiştir:
“PKK, 22 Ekim 1993’te Diyarbakır’ın Lice ilçesini bastı. Emniyet Müdürlüğü, Jandarma Komando Komutanlığı, Kaymakamlık ve diğer kamu binaları ateşe tutuldu. Saldırı üzerine Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın helikopterle Lice’ye geldi ve Jandarma Bölük Komutanlığı`nın bahçesine indi. Tuğgeneral Aydın, komutanlık binasına ilerlerken beraberindekilere yaylım ateşi açıldı. Kendisi dürbünlü suikast tüfeği ile şehit edildi…”
1994’de Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığı’nın, o dönemde bölgede incelemede bulunan TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu’na, olayla ilgili bir PKK’lının yakalandığını, ancak kimliğinin açıklanamayacağını söylediği bilinir. O tarihte komisyona gönderilen belgede de şu ifadelere yer verilmektedir:
“Diyarbakır merkez Kolludere köyü nüfusuna kayıtlı olup, merkez Bağlar ilçesi Göçmenler caddesi Özgür Apartmanı 1. kat, 4 numaralı dairede ikâmet eden ve kimlik bilgilerini sorgusu halen gizli biçimde devam ettiği açıklayamadığımız PKK terör örgütü mensubu zanlı yakalanmıştır. Bu kişi Aydın suikastıyla ilgili bilgi sahibi olup alınan beyanında, suikastın Ape Hüseyin kod adlı Kadri Çelik komutasında 20 kişilik bir grup tarafından gerçekleştirildiği şeklinde ifadesi alınmıştır. Ancak soruşturmanın gizliliği nedeniyle bu kişinin bilgilerini veremeyeceğiz.”
Aradan 20 yıl geçti…
Bugün Faili meçhul cinayetler yeniden sorgulanınca Tuğgeneral Aydın’ın öldürülmesi olayıyla ilgili iki önemli bilgi ortaya atıldı:
Birincisi Lice baskını aslında hiç olmamıştır. İkincisi olayla ilgili yakalandığı iddia edilen PKK’lı aslında hayalidir…
Soruşturmayı yürüten Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı[1], o dönemde görevli olan bazı askerlerin ifadelerine dayanarak, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın ‘şehit’ düştüğü ‘Lice Baskınının’ asılsız olduğunu, aslında hiç çatışma yaşanmadığını iddia etmektedir.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, dönemin İlçe Emniyet Müdürlüğü ve askerî yetkililer tarafından baskınla ilgili iki ayrı tutanağın tanzim edildiğini, olayların anlatıldığı iki belgenin de aynı içeriğe sahip olduğunu, her iki raporun da aynı kaynak tarafından hazırlandığını öne sürmektedir.
Daha önce soruşturma kapsamında ifade veren bir gizli tanık da, Bahtiyar Aydın’ın JİTEM’de görevli PKK itirafçısı Kahraman Bilgiç tarafından vurulduğunu iddia etmektedir.
Sonuç
Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığı’nın olayla ilgili bir PKK’lının yakalandığı iddialarını araştıran şimdiki TBMM İnsan Hakları Araştırma Komisyonu, böyle bir kişinin olmadığını belirliyor. Çünkü savcılık, resmi makamlara PKK’lının kimliğini soruyor. Gelen yanıtta, yaptıkları araştırmada arşiv kayıtlarında yakalanmış veya teslim olmuş böyle bir terör örgütü mensubu olmadığını söyleniyor.
Tuğgeneral’in ölümüne neden olan Kanas suikast silahına ait boş kovan ve mermi çekirdeğinin akıbetini soruyor. Gelen yazıda, bunların jandarmada olmadığı belirtiliyor.
Bu arada paşanın şehit edildiği olaydan sonra tutulan tutanaklarda 11 teröristin ölü ele geçirildiği belirtilmekte.
Yapılan araştırmada ölen bu kişilerin terörist olmayıp sivil vatandaş oldukları ve yasa kapsamında da devletten maddi ve manevi tazminat aldıkları belirtiliyor.
Peki 20 yıl sonra da bu iddiaların yalanlanma ihtimali olabilir mi?
Aslında hiç çatışma olmamışsa 11 kişinin ölümü nasıl açıklanmaktadır. Paşadan başka ölen yoksa 11 kişinin ölümü nerede nasıl olmuştur? Savcıya ifade veren askerlerin o tarihte o bölgede, o esnada orada bulunduğunu kayıtlardan mı yoksa kendi ifadelerine dayanarak mı iddia ediyoruz? Teröristle vatandaş ayrımının yapılmadığı bir dönemde bunların vatandaş olduğu sonucuna nasıl varıyoruz? 20 yıl önce suçu itiraf eden bir PKK’lının yakaladığını iddia eden askerin, bugün böyle bir PKK’lı arşivde yok demesine nasıl inanacağız. Ya böyle bir PKK’lı varsa? Ya soruşturma sırasında öldürülmüş ve kimliği faili meçhul bırakılmışsa? Ya da önce suçlu bulunup sonra delil yaratılıyorsa…
Bütün bu sorular bugün faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için harekete geçen savcılık soruşturmasına inanmadığınız için sorulmaz. Aksine olayı kendi içinizde soru sorarak sorguladığınız, gazeteci refleksi ile hakaret ettiğiniz için sorarsınız… Sürü gazeteciliğinin dışına çıkmak böyle bir şeydir. Yirmi yıl sonra da bu kez bu haberleri, bu iddiaları yalanlamak durumuna düşmemek için sorarsınız…
[1] Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’ın öldürülmesi ile ilgili 2010 yılında Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından bir soruşturma açılmıştır ancak henüz açılmış bir dava bulunmamaktadır. Zamanaşımı süresi resmi yoruma göre 22 Ekim 2013’te sona erecektir.