Emel Ataktürk*
Yargısal mercilerin yetkileri olayların arkasındaki hakikatleri aydınlatmak ve gerçekleri ortaya çıkarmak için kullanılmayacaksa yargılama denilen şeyin anlamı ne? Her şey bir oyundan mı ibaret? Öyleyse mağdurlar adaleti mahkemede değil de nerede arasın? Bu bakışla zorla kaybetmelerin tekrar tekrar geri gelmesini, beyaz Torosların siyah Transporterlara dönüşmesini kim nasıl engelleyecek?
90’lı yıllar Türkiye açısından ağır insan hakları ihlallerinin tepe noktasına ulaştığı, resmi otoritelere göre münferit olan zorla kaybetmelerin, hukuk dışı ve keyfi infazların sayısının insan hakları kuruluşlarına göre binlerle ifade edildiği, beyaz Toroslarla gözaltına alınıp bir daha haber alınamayanlara ilişkin haberlerin her gün gazetelerde yer aldığı kararanlık yıllar.
Kaybedilenler ağırlıkla sol siyasi muhalifler, insan hakları savunucuları, gazeteciler ve OHAL bölgesinde yaşayan sivil Kürtler ile birlikte Kürt kamuoyunun ileri gelenleri. Suçlananlar ise güvenlik güçleri, itirafçılar, korucular ve JİTEM mensupları.
Olaylar her gün gazetelerde yer almasına ve mağdur ailelerin ısrarlı başvurularına rağmen soruşturmalar her nasıl oluyorsa onyıllar boyu hep sürüncemede kalıp zaman aşımına uğruyor. TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu olayları araştırmak üzere bir komisyon kuruyor, mağdurlar, tanıklar dinleniyor. Ne ihlalleri saptayan TBMM raporları ne mağdur ve tanık anlatımları hiç dikkate alınmıyor. (1)
Tüm zamanlarda dokunulamayan, soruşturulamayan kişiler ve kurumlar var. Mağdurlar birçok olayda isim ve eşkal vermelerine rağmen, belli bir tarihte belli bir bölgede görev yapan kolluk kuvvetlerinin tespiti sanki imkansızmış gibi sorumlular bir türlü bulunamıyor, yargı önüne çıkarılamıyor. Çıkarılsalar da özensiz, etkisiz ve gönülsüz yargılamalarla hak arayışı sönümlendiriliyor. İnkârdan, zamandan ve unutuştan medet umuluyor.
Bu döneme ilişkin binlerce zorla kaybetme, hukuk dışı ve keyfi infaz iddiasına karşın 2000’li yılların başlarına doğru sadece on iki birleşen dava açılabiliyor. (2)
Yargılamalar güvenlik gerekçesiyle başka başka illere naklediliyor. Kimi Mardin’den Ankara’ya, kimi Diyarbakır’dan İzmir’e, kimi Şırnak’tan Eskişehir’e. Ailelerin acısı yetmezmiş gibi üstüne binlerce kilometre ötedeki mahkemelere gidip gelmek zorunda bırakıldılar.
Davaların çoğunda dokunulamayan, soruşturulamayan ortak mesele JİTEM olgusu. Soruşturmaların zaman aşımına uğramasından çok kısa süre önce kabul edilen iddianamelerde JİTEM’in yapılanması ve eylemleri, detaylı bir şekilde yazılıyor. Başka bir deyişle, nasıl yasa dışı bir zemine kaydığı, mensuplarının insanları nasıl zorla kaybettiği ve infaz ettiği bu iddianamelerde sayfa sayfa belgelenmiş durumda. Ancak, sonra ne olduysa JİTEM davaları birer birer kapatılmaya başlıyor.
İddianamelerde (3) uzun uzun “JGK bünyesinde 1986 yılında JİTEM isimli bir yapılanma oluşturulduğu, 1990 yılında Ankara, İzmir, Diyarbakır ve Van’da toplam dört İstihbarat Grup Komutanlığı kurulmasının Genel Kurmay Başkanlığı’na teklif edildiği, Nisan 1990’da teklifin uygun bulunduğu ve Mayıs 1990’da İçişleri Bakanı tarafından da onaylandığı, bu yapının resmen kadrolanmaması nedeniyle JGK’nin hiyerarşik teşkilatı içinde yer almadığı, terörle mücadele amacıyla yürütülen devlet faaliyetlerinin belirli dönemlerde legal çizgiden kaydığı, kamu görevlilerinin organize ettiği oluşumlar bünyesinde PKK mensuplarının, PKK’ye yardım edenlerin veya sempati duyanların haklarında adli süreç başlatılmaksızın işkence, öldürme vb. hukuka aykırı eylemlere maruz bırakıldıkları, deneme amacıyla kurulan bu örgütün resmi kayıtlara göre 1990 itibarıyla görevine son verilmiş olmasına rağmen bu tarihten sonra da faaliyetlerine devam ettiği, itirafçılar ile sivil kişilerin de bu yapı içinde faaliyet gösterdikleri, JİTEM bünyesinde teşkilatlanan timler bulunduğu, bu timlerin bölgedeki çeşitli şehirlerde konuşlandırıldığı, kişilerin ikamet ettikleri yerden alınıp bölge içinde bulunan başka şehirlere götürülerek sorgulandığı veya cesetlerinin başka yerleşim bölgelerine atıldığının sabit olduğu, bu gerçeğin de JİTEM adlı yapılanmanın tüm bölgede organize biçimde faaliyet gösterdiğine açıkça delil teşkil ettiği’’nin anlatılmasının hiç mi anlamı yok? Bu iddialar hiçbir zaman gerektiği gibi araştırılmayacak mı?
Yargılamalarda sanıkların tamamı kendilerine kumpas kurulduğunu savundu ve 12 davanın 10’unda sanıklar birer birer beraat ettirildi. Bugün bu davalardan yalnızca Dargeçit JİTEM ve birleştirilen Musa Anter/Ayten Öztürk/Ana JİTEM davası devam etmekte.
Sorumluların kim olduğunu tespit etmek devlet için zor olmasa gerek ama ağır insan hakları ihlallerine karıştığı iddia edilen şüpheliler bir şekilde cezasızlık zırhıyla korunuyor, kollanıyor hatta terfi ediyor ve taltif ediliyorlar.
Yargısal süreçler tıkanmış durumda, mağdurların inatla sürdürdüğü adalet mücadelesi nefessiz bırakılıyor. Hiç kimse şu sorunun cevabını merak etmiyor mu? Sokakların ortasından, evlerinden, işyerlerinden çoğu kez onlarca tanığın gözü önünde güvenlik güçleri tarafından göz altına alınıp beyaz Toroslarla götürülen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan bu insanlara ne oldu?
Bu yaşananlardan kim sorumlu? Yargılanan sanıklar suçlu ise nasıl beraat edebiliyorlar? Eğer suçsuz iseler o zaman suçlu kim? Gerçeği kim otaya çıkaracak? Devletin yaşamı korumaya, etkili soruşturma yürütmeye, sorumluları saptamaya, tekrarı önlemeye yönelik yükümlülükleri ne olacak? Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmeler birer kağıt parçasından mı ibaret? Olan oldu, yaşanan yaşandı artık herkes unutsun ve yola devam edelim mi denilecek? Oysa dünyanın birçok ülkesinde toplumsal barış, ancak yüzleşme ve kabul süreçleri hayata geçirilerek tesis edilebildi. Bu ortak dünya deneyiminin hiç mi kıymeti yok? Mağdurların adalet beklentisine ve sessiz çığlığına ilanihaye seyirci mi kalınacak? Yargısal mercilerin yetkileri olayların arkasındaki hakikatleri aydınlatmak ve gerçekleri ortaya çıkarmak için kullanılmayacaksa yargılama denilen şeyin anlamı ne? Her şey bir oyundan mı ibaret? Öyleyse mağdurlar adaleti mahkemede değil de nerede arasın? Bu bakışla zorla kaybetmelerin tekrar tekrar geri gelmesini, beyaz Torosların siyah Transporterlara dönüşmesini kim nasıl engelleyecek? Daha niceleriyle çoğaltabileceğimiz bu sorulara verilecek bir cevabımız var mı peki?
90’lı yılların üstünden onyıllar geçti. Onca zorla kaybetme ve infaz karşısında açılan 12 birleşen davanın 10’u sanıkların beraati ile sonuçlandı, beraatlerin bir kısmı kesinleşti bir kısmının Yargıtay incelemesi devam ediyor.
Türkiye’nin dehşet derecede karanlık bu dönemiyle yüzleşme imkanı verebilecek sadece iki dava kaldı geriye. Mardin Dargeçit JİTEM ve birleşen Musa Anter-Ayten Öztürk-JİTEM Ana davası. (4)
Mardin’in Dargeçit ilçesinde 1995 ve 1996 yıllarında biri uzman çavuş, üçü çocuk, sekiz kişi zorla kaybedilmişti. En genci Seyhan Doğan 13, en yaşlısı Süleyman Seyhan 57 yaşındaydı. Kayıp bedenlerin çoğu kuyularda bulundu. Bazılarının elleri bağlı, kafaları gövdelerinden ayrılmıştı.
Davanın sanıklarından dönemin Mardin Dargeçit İlçe Jandarma Komutanı Mehmet Tire 2009-2014 arasında beş yıl Bodrum Gümüşlük Belediye Başkanlığı (DP) yaptı. 2013’te AKP’ye katılıp Bodrum’daki belde belediyeleri Yerel Yönetimler Yasası uyarınca kapanınca yeniden aday olmadı.
Diğer sanıklardan Mardin Jandarma Alay Komutanı Hurşit İmren de 2007 Genel Seçimlerinde Sivas’tan CHP’nin milletvekili adayıydı ve 2009’da da Sivas-Çepni Belediye Başkanı seçilmişti. Kasım 2013’te, iddianame hazırlandıktan sonra yapılan Parti Meclisi toplantısında Hurşit İmren’in adaylığı tekrar onaylandı. Ancak sivil toplum kuruluşları ve mağdur ailelerin tepkileri devam edince CHP Ocak 2014’te İmren’in adaylığını geri çekti.
Mağdur aileler yargılamada dinlenen tanıkların ifadelerinin yargılamayı nasıl bir sonuca götüreceğini dört gözle takip ediyor. Çünkü dönemin Dargeçit Kaymakamı ve taburda görevli bazı askerler mahkeme ifadelerinde, gözaltına alınanların resmi kayıtlarda isimlerinin geçmediğini, uzman çavuş Bilal Batırır’ın kaybolmasına ilişkin Jandarma’dan bilgi alma girişimlerinin sonuçsuz kaldığını, gözaltı işlemlerini JİTEM’den gelen kişilerin yaptığını, bazı kişilerin gözleri kapalı şekilde Jandarma Komutanlığı’na getirildiğini gördüklerini, askerler arasında gözaltına alınan kişilerin öldürülüp kuyuya atıldığının konuşulduğunu söylediler.
JİTEM yapılanmasının Diyarbakır ayağının yargılandığı son davada da yargılamanın nakli, görev uyuşmazlıkları vb. sorunlar nedeniyle yargılama yıllarca sürüncemede bırakıldı. İtirafçı ve asker sanıklar “Cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak, birden fazla kişiyi taammüden öldürmek, işkence yapmak” suçlarından yargılanıyor. Sanıklar arasında PKK itirafçıları ve jandarma istihbarat elemanları Abdülkadir Aygan ve Mahmut Yıldırım da var. JİTEM Komutanı olduğu ileri sürülen Cem Ersever’in öldürülmesi, Yeni Ülke gazetesinin bombalanması gibi bir dizi olaydan sorumlu tutuluyorlar. Zaman aşımına uğramasına 84 gün kala, JİTEM davası sanıklarından Abdülkadir Aygan’ın Musa Anter’in JİTEM elemanı Hamit Yıldırım tarafından öldürüldüğünü söylemesi üzerine önce Anter daha sonra Ayten Öztürk davaları da bu ana dava ile birleştirildi.
Yargılama boyunca hakikatin ortaya çıkarılmasına ilişkin binbir engel çıkarıldı. Mahkemenin asker ve itirafçı bazı sanıkların kimliklerinin araştırılmasına ilişkin talepleri İçişleri Bakanlığı tarafından 4959 sayılı “Topluma Kazandırma Kanunu”nun ilgili maddelerine istinaden haklarında koruma tedbiri uygulandığı, bu doğrultuda yüklü harcamalar yapıldığı, aynı kanunun 5. maddesine göre de değiştirilmiş kimlik bilgilerinin hiçbir kurum ve kuruluşa verilmeyeceği” gerekçesiyle reddedildi. İsveç’te yaşayan itirafçı Abdülkadir Aygan’ın Türkiye’ye iadesi ya da orada dinlenmesi için gerekli girişimler bir türlü yerine getirilemedi, yargılamanın bütünlüklü yürütülebilmesi için gerekli belgelerin getirtilmesi taleplerinin bazıları ya mahkeme tarafından hiç kabul edilmedi ya çok geç kabul edildi. Cevaplar MİT, Jandarma, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı tarafından ya hiç gönderilmedi ya eksik gönderildi. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’a ilişkin JİTEM dosyasına gönderilen ve “devlet sırrı” olarak kabul edilip paylaşılmayan belgelerde ne yazdığı hâlâ bilinmiyor.
30 Ağustos, Uluslararası Zorla Kaybetme Mağdurları Günü. Bu yazı da bu vesileyle yazıldı. Hiç değilse birkaç dakikalığına durup 90’lı yıllarda olanları ve bunca adaletsizlik karşısında mağdurların nasıl hissediyor olabileceğini, bu yaşananların hepimizi ilgilendiren kolektif boyutlarını düşünelim. Gerçi bu topraklarda hayat, bugün dahil, hiçbir zaman ferah feza olmadı ama o dönemin korku iklimini yaratan zihniyetle yüzleşmeden, ne yakın ne uzak gelecekte güzel günlerimiz olmayacak.
(1) TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu
(2) https://www.failibelli.org/peki-faili-kim/
(3) https://www.failibelli.org/wp-content/uploads/2015/10/Kiziltepe_Iddianname-2.pdf
(4) https://www.failibelli.org/dava/musa-anter-ve-jitem-ana-davasi, https://www.failibelli.org/dava/dargecit-jitem-davasi/
*Hafıza Merkezi Hukuk Programı Direktörü