Ahmet Murat Aytaç
Berfo Ana yüreğini açtığı ağıtlarından birinde evladı gittikten sonra dertleşecek kimsesi kalmadığından yakınmakta ve “Cemil’in beşiği boş kaldı” diye dertlenmektedir. Boş beşik! Annenin gözünde hiç büyümeyen veya hep bebek kalan evlada duyulan özlemin bir simgesi mi?
13 Eylül 1980 günü tüm Türkiye’de olduğu gibi Kars’ın Göle ilçesinde de olağanüstü bir gün yaşanıyordu. Yönetime bir gün önce el koyan ordu, önceden planlanmış operasyonları ülkenin her yerinde hızla hayata geçiriyordu. Değişik operasyonlarda gözaltına alınmış cemseler dolusu insan Kars’taki 247. Piyade Alayı’na gönderilmek üzere Göle ilçe merkezinde bekletiliyordu. Cemil, annesi Berfo Kırbayır ve komşularına o cemselerin birinden son bir kez el salladı. Annesi, Cemil’in bakmaya doyamadığı yüzünü o günden sonra bir daha göremedi. Polis, baba İsmail Kırbayır’a oğlunun elbise ve ayakkabılarını 8 Ekim’de sorgu merkezinden firar ettiğinin kanıtı olarak teslim etmişti. Oysa aileye ulaşan duyumlar, ilçede yayılan fısıltılar ve sonradan açığa çıkan tanık beyanları Cemil’in işkence sırasında öldürüldüğü yönündeydi. Gittiği her devlet kapısında itilip kakılmaya aldırmayan ağabey Mikail daha ilk günden itibaren karakol ile kışla arasında mekik dokumaya başlamıştı. Ancak kardeşini sorduğu her kapı suratına kapanmış, aşağılama ve hakaret dışında bir yanıt işitememişti.
Komşular “firar kanıtı” olan elbise ve ayakkabılar eve getirildiğinde Berfo Ana’nın avazından yükselen ağıtların nasıl “yürek haşladığını” halen anlatıyor. O ağıtlar ki Kırbayır Ailesi’nin kırk yıllık evlat arayışının yol haritasını çizmiş, kırk yıllık hak mücadelesinin başlangıç noktasını oluşturmuştu. Ağıtlar sanki sonradan gelen sancılı ve çetin mücadele süreci için önceden tutulmuş bir yasın habercisi gibiydiler. Nitekim devlet memuru olan ağabey Mikail bu süreçte Karaman’a sürgün edilmiş ve orada zorunlu ikamete tabi tutulmuş, her yerde evladını arayan baba İsmail sonunda beyin kanaması geçirerek hayatını kaybetmiş. Kız kardeşler evlenirken düğün yapmak istememiş ve gelinlik giymemiş. Ama aile, bayramları hep buruk hep kırık geçirse de yaşanan zorlukların hiçbiri onları yıldırmaya yetmemiş. Berfo Ana’nın kayıp mücadelesi veren Cumartesi Anneleri’yle buluşmasının önüne hiçbir güçlük çıkamamış. Annelerle beraber mücadele eden ve annelerle beraber bayraklaşan Berfo Ana’nın mücadele azmi ve kararlılığı 2010’lara gelindiğinde Cemil’in kaybıyla başlayan süreci başka bir boyuta taşımış. Gerçi 80’lerin sonunda Cemil Kırbayır’ın kaybıyla ilgili bir soruşturma başlatılmış ama süreç 2002’de takipsizlikle sonuçlanmıştı. Fakat Cumartesi Anneleri’nin mücadelesi sonucunda elde edilen kazanımlar soruşturmanın 2011’de Kars Savcılığı tarafından yeniden başlatılmasını sağlamıştı.
Bugün varmış olduğumuz noktada aradan geçen süreye, dönemin başbakanı tarafından verilen sözlere rağmen hiçbir ilerleme kaydedilemediğini, hatta soruşturma dosyasının zamanaşımından ötürü kapatılma yolunda olduğunu öğreniyoruz. Adalet Bakanlığı Cemil Kırbayır dosyasını “kanun lehine bozma” talebiyle Yargıtay’a göndermiş ve soruşturmanın düşürülmesini istemiş. Eğer bu istek kabul edilirse Türkiye’de cezasızlık kültürü biraz daha perçinlenecek ve insan hakları mücadelesi bunun sonuçlarından bir bütün olarak etkilenecek. Durumun bilincinde olan insan hakları savunucuları, uzun süreden beridir iç hukukta uygulanan zamanaşımı limitinin ağır hak ihlalleri konusunda yaratacağı cezasızlığı ve bunun olası sonuçlarına karşı nasıl mücadele etmek gerektiğini tartışıyor. Cezasızlık, zaman bakımından geçmiş suçların günümüze olan etkisi ve geleceğe yönelttiği tehditle ilgili olduğundan, cezasızlıkla mücadele de ister istemez bir “geçmişle hesaplaşma” niteliği kazanıyor. Oysa zamanaşımı kuralı, mantık gereği böyle bir hesaplaşmayı imkansız kılmakta ve insan hakları ihlallerine uygulandığında suçun üstünün kapatılmasıyla sonuçlanmaktadır.
Suçun mahiyeti ve bunun zaman kavrayışımızla olan ilgisini doğru anlamak bu bağlamda büyük önem taşıyor. Esasen her cezalandırma girişimi bir yönüyle geçmişle hesaplaşma şeklinde düşünülebilir. Çünkü suç dediğimiz şey geçmişte yaşanmış bir olayla ilgilidir ve cezalandırma onun bugüne olan etkilerini ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Fakat üzerinden yeteri kadar bir zaman geçmesi koşuluyla hukukun suçla hesaplaşmayı rafa kaldırma eğiliminde olduğu da evrensel bir gerçek. Hukukta geçen sürenin suçun takibi üzerinde yarattığı yıpratıcı ve eskitici etki, zamanaşımı olarak adlandırılır ve zamanaşımı limiti bu süre zarfında suçun etkilerinin zaman tarafından aşındırıldığı, toplumda suçun işlenmesiyle oluşmuş tahribatın giderildiği varsayımına dayalı olarak uygulanır. Zira modern hukukun amacı her ne pahasına olursa olsun intikam almak yerine, geçmiş suçun bugüne ve geleceğe olan etkilerini kaldırmak olduğundan zamanaşımının adaletle çelişmediğine, hatta gerekli olduğuna inanılır. Yani bir hukuk ilkesi olarak zamanaşımının amacı cezayı insanileştirmek, toplumsal barışı hakim kılmak ve bu yoldan ceza adaletini güçlendirmektir.
Oysa bugün Adalet Bakanlığı’nın Cemil Kırbayır dosyası için istediği zamanaşımı, bu türden bir ceza adaletini güçlendirmeye değil cezasızlık kültürünü geliştirmeye ve hak ihlallerini teşvik etmeye hizmet etmektedir. Çünkü burada söz konusu olan şey hayatın akışı içerisinde gerçekleşen bir zamanaşımı, kanunilik, dokunulmazlık, af veya benzeri bir uygulama değil, böylesi ihlaller takip edilmesin diye hukukun önüne bilerek birtakım yasal ve filli engelin çıkarılmış olmasıdır. Aslında hukukun geçmişle olan ilişkisi olağan koşullar altında zayıflamamış sadece hukukun görevini yapması engellenmiştir. Söz konusu engeller büyük oranda adaleti tesis etmesi beklenen güç olarak devletin aynı zamanda bu suçların faili olmasından ötürü ortaya çıkmıştır. Yaygın veya sistematik olarak uygulanan insan hakları ihlalleri açık veya gizli olarak yürütülen bir devlet politikası halini aldığında, suç failleri yargılanamamakta ve adına cezasızlık dediğimiz bu büyük adalet boşluğu doğmaktadır. Bu boşluk yüzünden geçen zaman hukukla suçun arasını açmaz, aksine zamanın geçmesi ve bu süre zarfında hukukun önündeki engellerin kaldırılması suçla mücadelenin ön koşulunu oluşturur.
Burada zamanaşımının hukuki kullanımlarını insan hakları ihlallerinin cezasız kalması için yapılan manipülasyonlardan ayırt etmek gereklilik halini alıyor. Cemil Kırbayır davasına bu gözle baktığımızda önce ihlalin suç olarak tasnifini belirleyen ölçütlerin doğru uygulanmadığını, sonra geçen süreyi belirlemek için gözetilmesi gereken kuralların yok sayıldığını görüyoruz. İnsan hakları hukukunda zorla kaybetme uygulaması yaygın veya sistematik olarak uygulandığında insanlığa karşı suç olarak sınıflandırılır. Bunun anlamı, zorla kaybetmelerin zamanaşımına tabi olamayacağı ve şartlar oluştuğunda geçen süreye bakılmaksızın yargılanabileceğidir. Oysa Türkiye, BM Zorla Kaybedilmeye Karşı Herkesin Korunmasına Dair Sözleşme’yi imzalamayarak insanlığa karşı suç kavramının iç hukukta doğuracağı sonuçlardan kaçınmaktadır. Böyle olunca Kırbayır’ın öldürülmesi adi cinayet gibi sınıflandırılmakta ve zamanaşımı kuralı da uygulanabilir hale gelmektedir. Bir diğer manipülasyon da kayıp suçunun kendine özgü niteliğinin yok sayılması ve bu durumun zamanın akışı üzerindeki etkisinin görmezden gelinmesidir. Yani kayıp kişi bulunup ölüm anı yapılacak testlerle kesin olarak saptanıncaya kadar zamanaşımı süresinin nerede başladığından hiç kimse emin olamaz. Oysa yetkililer hikmeti kendinden menkul bir kararla suçu Kırbayır’ın gözaltına alınma anıyla başlatmaktadır.
Görülüyor ki cezasızlığa yol açan engeller ne gelişigüzel bir şekilde ortaya çıkmıştır ne de iyi niyetle çözülecek cinsten arızi sorunlarla bağlantılıdır; Türkiye’de cezasızlık siyasal sistemin özüne dair bir meseledir. Bir dönem insan haklarını ihlal etmiş kamu görevlileri ya bir dokunulmazlık zırhıyla donatılmakta ya da hak ihlallerini soruşturması beklenen kamu görevlilerince himaye edilmektedir. Böylesi bir himaye hak ihlallerinin devletin güvenliği ve sağlığı için gerekli görülmesinden, yani ihlalin bir devlet politikası olarak benimsenmiş olmasından ötürü toplumun büyük bir kısmı tarafından da doğal kabul edilmektedir. Bu durumda devletten insan hakları ihlallerini yargılamasını talep etmek, suç işleyen kişinin kendi suçunu yargılamasını beklemekten farksız hale geliyor. Yani bugün karşı karşıya olduğumuz ve yanıt bekleyen esas soru şudur: Devlet kendi suçlarının yargıcı olabilir mi? Dünyanın değişik ülkelerindeki örnekler devlet olarak örgütlenmiş egemen gücün işleyişinin sınırlandırılması, yeniden tarif edilmesi veya el değiştirmesi gibi büyük bir dönüşüm yaşanmadan cezasızlıkla mücadelede esaslı bir başarı elde edilemediğini göstermektedir. Özellikle Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı rejiminin çökmesi veya Latin Amerika’daki askeri diktatörlüklerin devrilmesi sonrasında yaşanan gelişmeler ve hayal kırıklıkları, büyük ölçekli siyasal dönüşümler ile hak arayışı arasındaki bağı kavramanın ne kadar önemli olduğunu kanıtlamaktadır.
Türkiye’de de yaşanacağını umduğumuz büyük politik dönüşümün hedefindeki sistem, yani demokratikleşme ve insan hakları mücadelesiyle değişmesini beklediğimiz mevcut rejim, son derece kapsamlı bir ihlal politikasının ürünü ve uygulayıcısıdır. Yürürlükteki ihlal rejiminin şiddeti o kadar büyüktür ki 105 yaşındaki bir insandan Berfo Ana gibi asırlık bir direniş çınarı ortaya çıkması mümkün hale gelmiştir. Gözlerini yummadan önce yaşından ötürü aslında çok önceden öldüğünü ama oğlu Cemil’in hesabını sormak için tekrar dirildiğini söyleyecek derecede kararlı bir anneden söz ediyoruz. O yüzden Kırbayır Ailesi’nin 40 yıldır süren ve kuşaklar boyunca devam eden mücadelesinin yol haritasını ve politik programını en çok anne Kırbayır’ın ağıtlarına kulak verdiğimizde anlayabiliyoruz. Berfo Ana yüreğini açtığı ağıtlarından birinde evladı gittikten sonra dertleşecek kimsesi kalmadığından yakınmakta ve “Cemil’in beşiği boş kaldı” diye dertlenmektedir (*). Boş beşik! Annenin gözünde hiç büyümeyen veya hep bebek kalan evlada duyulan özlemin bir simgesi mi? Yoksa Cemil’in hayatına kastedilmesiydi doğacak bebeklerin dünyaya gelmemesine duyulan isyanı mı ifade ediyor?
Soruya kesin bir yanıt vermek mümkün değil, ama bana sorsaydınız her ikisini birden dile getirmek istiyor derdim. Çünkü kayıplar için verilen mücadelenin anlamını en doğru şekilde, geçmişe yönelik özlemi geleceğe duyulan iştiyakla harmanladığımızda elde ediyoruz. Evet aile için Cemil’in bir mezarının olması önemli, ama geçmişin defterlerini kapatmaya bu yetmez. Çünkü kayıp acısı bu, yani şiddetle sona erdirilmiş bir hayatın ve hesabı sorulmamış bir ölümün acısı. Öyle tabutlara sığacak cinsten bir acı değil yaşanan. Mesele her ne pahasına olursa olsun intikam alınması diye düşünürseniz yine yanılırsınız, çünkü adaletten kasıt asla bu değil. Gaye başka annelerin ağlamaması için Cemil’i kaybeden karanlığın aydınlatılmasıdır. Onun bir hayatı, dostları ve idealleri vardı. Göle’deki süt üreticilerinin sömürülmesini engellemek, orman köylülerinin haklarını korumak için arkadaşlarıyla beraber Göl-Der’i kurmuşlardı. Bu yüzden hayatına kast edilmişti. Ailenin direnci, idealleri uğruna yaşadığı ve feda ettiği hayat unutulursa Cemil’in bir kere daha kaybolacağını bilmelerinden olsa gerektir. 40 yıldır süregelen azmi açıklayan şey işte bu “ikinci kayıp” yaşanmasın diye gösterilen gayrettir. Asıl mesele Cemil’in beşiğinin boş kalmamasıdır.
(*) Ağıtlara yönetmen Veysi Altay tarafından hazırlanan 33 Yıllık Direniş: Berfo Ana isimli belgeselden ulaşılabilir. Alıntı belgeselin 32-33 dakikalarında Berfo Ana’nın yaktığı ağıttan yapılmıştır.