Seçimlerden iki gün önce, 10 Haziran akşamı, Tayyip Erdoğan, NTV’de canlı yayında.
Stüdyodaki gazetecilerden Ruşen Çakır şöyle diyor başbakana:
“Ben… Üzerimde bir şey var… Onu söylemeden, sormadan, soru değil aslında. Ben Hopalıyım biliyorsunuzdur. Hayatını kaybeden Allah rahmet eylesin Metin Lokumcu da benim akrabam. Ben Diyarbakır’dayken, Kılıçdaroğlu’nu izlerken bu olay oldu ve çok üzüldük. Her anlamda bütün akrabalarım da tanıdıklarım da. Sizin orada tabi olayların da etkisiyle neler yaşandığını da arkadaşlarınızdan öğrendim Diyarbakır’da. Sonuçta gerçekten iyi bir insan talihsiz bir şekilde öldü. Sizin memleketinizde yıllarca öğretmenlik yapmış birisidir. Talihsiz bir şekilde öldü ve sizin ilk günkü şeyinizi tepkinizi şeyinizi gerçekten yadırgadık. Ben ve ailem, akrabalarım yadırgadı. Aradan geçen zaman içinde bu konuyu herhalde düşünmüşsünüzdür. Diyeceğiniz bir şey var mı?”
Erdoğan şu şekilde yanıt veriyor:
“Ben öncelikle tabi, sizin akrabanız olması sebebiyle başınız sağ olsun diyeyim. Ama size bazı resimleri inşallah arkadaşlarım ulaştırsınlar bir de ses kasetlerini ulaştırsınlar. O ses kasetlerini dinlediğiniz zaman bir de o resimleri gördüğünüz zaman acaba emekli bir öğretmene bunlar yakışır mı diye herhalde siz de akrabanız da olsa, hakkı teslim etmeniz gerekir diye düşüyorum.”
Başbakanın açıklamalarını neden yadırgadığını pek de anlayamadığımız Ruşen Çakır, insanın içini acıtan bir çaresizlikle ve adeta yalvarırcasına “ama öldü efendim” diyor ve stüdyo, birkaç saniyeliğine buza kesiyor.
“Ama öldü efendim” demek, “ortada bir ölüm var, hiç olmazsa bir rahmet dileseniz, hiç olmazsa ölüme saygı gösterseniz” anlamına geliyor fakat bu değil sadece, “ama öldü efendim” demek, aynı zamanda, “korksam da hala kurtarabilir miyim diye düşündüğüm bir onurum, göğüs kafesimde kıpırdanıp duran bir vicdanım var” anlamına geliyor.
Başbakan, Çakır’ın bu sözlerini, bütün sinir uçları alınmışçasına şöyle cevaplıyor:
“Bilmem. Ben sadece bunu söylüyorum. Çünkü bu noktada ben böyle bir emekli öğretmene o ifadeleri yakıştırmam ve elinde taşla bir emekli öğretmeni görmem. Çünkü o taşların karşısında ben varım, o taşlar bana atılıyor ve ben Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanıyım.”
Niye anlatıyoruz bunları, derdimiz ne?
Ruşen Çakır’ın hala içinde bir yerlerde bir vicdan kırıntısı kaldığına kendini inandırma çabaları değil derdimiz, başbakanın cerrahi bir operasyonla alınmışa benzeyen insanlığı hiç değil.
Erdoğan, Çakır’ın sorusunun ardından “bilmem” derken “evet” diye bir ses geliyor stüdyodan, o an kamera Erdoğan ve Çakır’a odaklandığı için kendisini görmemizin mümkün olmadığı ama oturumu yönettiğini bildiğimiz Oğuz Haksever’in sesi bu.
Telaşlı, tedirgin ve ürkek bir ses. Televizyon ekranlarından milyonlarca eve sızan, çok korkmuş, fena halde korkmuş bir ses.
“Yaprak Dökümü” dizisinde, ne zaman evde bir gerginlik olsa, kocasına “aman Ali Rıza bey ağzımızın tadı kaçmasın” diyen Hayriye hanımınkine benzeyen bir ses.
“Aman gerilim olmasın, aman başbakanımızın ağzının tadı kaçmasın, aman şu güzel ortam bozulmasın” diyen bir ses.
“Ruşen bu soruyu sordu ya, acaba başımıza bir iş gelir mi, acaba patron bize kapıyı gösterir mi, acaba işsiz kalır mıyız” diye kendi kendine soran bir ses.
Hani insan bazen başka biri adına utanır, hani insan bazen o utanç halinde yüzünü başka tarafa çevirir, duymamış, görmemiş gibi yapar.
İşte öyle bir ses, öyle bir can havli, öyle bir tedirginlik hali, öyle bir utanç vesilesi.
12 Haziran sonrası Türkiye, her şeyden çok, sahibinin yüzünü görmesek de haline acımaktan ve adına utanmaktan kendimizi alıkoyamadığımız o “evet”tir o biat halidir, o telaş, o korku ve o tedirginliktir.
12 Haziran sonrası Türkiye, koskoca bir “evet”tir.
Peki ya hala “evet” demeyenler, peki ya hala “hayır”da ısrar edenler?
Esas derdimiz, esas meselemiz, tam da budur “hayır” diyenlerin, “hayır” demekte ısrar edenlerin, başkaları adına utanmayacakları bir geleceği nasıl kuracaklarıdır.
Bunun için ise cevabı üzerine yeniden düşünmemiz gereken soru bellidir: “Ne Yapmalı?”