ONUR BAKINER
Kayıp yakınları, dünyanın her yerinde insan hakları ve adalet mücadelesinin en ön saflarında yer almıştır. Ülkemizde Cumartesi Anneleri başta olmak üzere birçok topluluk, gözaltında yaşanan kayıpların ve faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması, sorumluların cezalandırılması ve kayıp yakınlarının maddi ve manevi zararlarının hiç değilse bir ölçüde tazmin edilmesi amacıyla uzun soluklu sosyal hareketler başlatmıştır. Elbette ki kayıp yakınları, insan hakları mücadelesini diğer ihlallerin mağdurları, mağdur yakınları, avukatlar ve aktivistlerle bir arada sürdürmektedir. Bu gruplar arasındaki ilişkiler çoğunlukla karşılıklı anlayış, saygı ve dayanışma temeline dayanır. Ama zaman zaman amaçların ve stratejilerin farklılaştığını da kabul etmekte yarar var. Bu serinin son yazısında, insan hakları mücadelesinin çoğulcu yapısını ve süreç içindeki evrimini, Şili örneği üzerinden açıklamaya çalışacağım.
Şili’de kayıp ailelerinin örgütlenmesi, diktatörlüğün ilk senesi içinde gerçekleşti. 11 Eylül 1973’te yönetime el koyan askeri rejim, sosyalist Allende hükümetine sadık kalan bütün siyasi ve sosyal örgütlere yönelik bir katliam politikasına girişirken, hukuksuz yollarla gözaltına aldığı birçok kişiyi de ‘kaybetti’. İlk başlarda yakınlarının sadece tutsak alındığını düşünen birçok aile, sevdiklerini bulabilmek için karakolları ve cezaevlerini dolaştı. İşte bu çaresizlik ortamında dayanışma yeşerdi: yakınlarını canlı olarak bulma umudunu kaybeden insanlar, hakikat ve adalet arayışında birleşmeye başladı. Kayıp yakınlarının düzenlediği protestolar, 17 yıllık diktatörlük boyunca direnişi ayakta tutan en önemli siyasi eylem biçimleri arasındaydı.
Ancak ilk ayrışmalar tam da bu dönemde başgösterdi. Gözaltında kaybedilen birçok genç, 1960’lı yıllarda kurulan devrimci öğrenci örgütlerine üyeydi. Bu gençlerin aileleri genel olarak siyasetle doğrudan ilgilenmeyen, hatta çocuklarının diktatörlüğe karşı direndiğini bile bilmeyen insanlardı. Buna karşılık, Pinochet rejiminin hedef aldığı bir diğer grup, başta Şili Komünist Partisi olmak üzere daha köklü örgütlenmelere sahip siyasi oluşumlardı. Komünist ailelerde parti aidiyeti oldukça güçlüydü ve kayıp yakınları da genel olarak siyasi eylem tecrübesine sahip kişilerdi. Bu grup, kayıp yakınlarının çalışmalarını koordine etmek açısından büyük katkıda bulunsa da, örgütsüz kayıp yakınları, komünist aileleri fazlasıyla katı ve hiyerarşik buluyordu. Örgütlü ve örgütsüz kayıp yakınları diktatörlük boyunca dayanışma ve ortak hedef bilinci içinde çalışmaya devam ettiler, ancak 1990’da demokrasiye dönüldükten ve hakikat komisyonu raporunu tamamladıktan kısa bir süre sonra, 1991 yılında ayrıldılar. Zaman zaman eylemlerde ortak tavır sergileseler de, kayıp yakınları arasındaki ilişkiler hep dayanışma ve çatışma çizgisi üzerinde gidip geldi.
Şili’deki insan hakları mücadelesinde belirleyici olan tek farklılık bu değildi. Kayıp yakınlarının yaşadığı çifte mağduriyet (hem yakınlarını kaybetmenin hem de devletin bu kayıplara ilişkin inkar politikasının yaşattığı acı) elbette insan haklarına duyarlı her kesim için en temel sorun olarak görülüyordu. Ancak hala hayatta olan işkence mağdurları, 1990-1991 arasındaki hakikat komisyonundan ve daha sonra yürürlüğe konan tazminat programından yararlanamayınca, haklarını aramak için örgütlenmeye başladılar. Böylece, 1990’lar boyunca insan hakları sorunu neredeyse tamamen gözaltında kaybedilenlerle özdeşleşmişken, 2000’lerde işkence mağdurlarının mücadelesi belirleyici oldu. Şili’de görüştüğüm birçok işkence mağduru, ilk başlarda kendi sorunlarına odaklanmamalarının sebebinin, ölümlerin ve kaybedilmelerin yaşandığı bir ortamda kişinin (işkenceye uğramış olsa bile) hayatta kalmış olmasının neredeyse bir ayrıcalık gibi görülmesi, bu yüzden de işkence mağdurlarının haklarını ön plana çıkarmanın neredeyse biraz ayıp sayılması olduğunu anlattı. Ancak kayıp yakınlarına yönelik hakikat ve tazminat politikaları sonuç vermeye başladıktan sonra hayatta kalan mağdurlar kendi sorunları için örgütlenmeye başlamışlar. Sonuçta, işkence mağdurlarının mücadelesi meyvesini verdi ve 2003 yılında, sadece işkence ve cinsel şiddeti araştıran ikinci bir hakikat komisyonu kuruldu. Bu komisyona başvurarak mağduriyetlerini kanıtlayan 30.000’e yakın kişiye tazminat ödendi – tazminat hakkı bu mücadelenin elde ettiği önemli bir başarı olsa da bu rakamın, toplam işkence mağdurlarına oranla oldukça düşük olduğu söyleniyor.
Son olarak, dünyanın başka bir çok yerinde olduğu gibi Şili’de de insan hakları mücadelesinin içeriği zamanla evrildi. Diktatörlüğün ilk yıllarından başlayarak 1990’ların sonlarına kadar gözaltında kayıp, katliam, işkence gibi hak ihlalleri üzerinden tartışılan insan hakları söylemi, zamanla sosyoekonomik haklar, kadın hakları, cinsel azınlıkların hakları ve çevre sorunlarını da içeren geniş katılımlı bir mücadelenin önünü açtı. Bu dönüşüm kolay olmadı: sistemli devlet şiddetine karşı direnişin simgesi olan birçok insan hakları grubu, kendi mücadelelerinin önceliğini ve aciliyetini kaybettiği algısına kapıldı. Dahası, Şili’nin 1990’da demokrasiye geçmesi ve ihlallerin hızla bitmesi, uluslararası sivil toplumun Şili’ye olan ilgisini yitirmesine neden oldu. Birçok uluslararası insan hakları örgütü, artık ‘normal’ bir ülke sayılan Şili’den ayrılıp ihlallerin hala yaşandığı ülkelere kaynak ayırmaya başladılar. Bu da Şili’deki birinci nesil insan hakları mücadelesinin zayıflamasına neden oldu. Ama daha önce de değindiğim gibi, bir yandan bir kayıp olarak anlaşılabilecek bu dönüşüm, öte yandan Şili’deki insan hakları mücadelesinin çeşitlenmesi ve geniş bir toplumsal temel oturması açısından belki de yararlı oldu.
Sonuç olarak, insan hakları savunuculuğu işbirliği ve çatışmanın, devamlılık ve değişimin bir arada yaşandığı bir siyasi mücadele alanı. Şili’de askeri darbenin yaşandığı 1973’ten günümüze kadar uzanan, belki de tarihin en uzun soluklu hak arama kavgalarından biri olan insan hakları hareketi de, çok büyük fedakarlıklar ve dayanışma ruhuyla, ama zaman zaman da ayrışmalarla bu günlere geldi. Bu harekete katılan herkesi bir araya getiren şeyler, ortak dünya görüşü ve mağduriyet tecrübesiydi, ama daha yakından bakıldığında bu dünya görüşlerinin ve tecrübelerin de kendi içinde farklılaştığı ve birtakım ayrışmaların temelinde olduğu görülebilir. Dahası, insan hakları hem yerel hem de küresel düzlemde evrilen, dönüşen bir kavram. Daha önceki nesillerin temel insan hakkı olarak görmediği özgürlükler, zamanla bu kavramın hukuki ve ahlaki çerçevesini oluşturabiliyor.
Şili örneğinde de görüldüğü gibi, insan haklarının dönüşümünü nesiller arasındaki dayanışmayı kaybetmeden sürdürebilmek, başarılması güç olsa da imkansız olmayan bir hedef.