Muş’un Vartinis kasabasında yaşayan Nasır Öğüt; eğitim, meslek, üretim ve refah konularında Anadolu bölgesinin ortalamasını yansıtan bir profilin sahibiydi. Yaşının çok ilerisinde olan yüzündeki derin çizgiler, hayat ile bedeni arasındaki savaşı anlatır gibiydi. İlk evliliğinden sekiz çocuğu dünyaya gelmişti. Çocuklarının en büyüğü olan Aysel evlendikten kısa bir süre sonra annesi Zülfinaz hayata gözlerini yummuştu. Evini ve küçük yaşta çocuklarını çekip çevirecek kimsesi olmadığından ikinci evliliğini gerçekleştirmişti Nasır. Tek gözlü evde yedi küçük çocuğun yükünü Nasırla birlikte omuzlayan, ikinci eşi Eşref Hanım olmuştu. Küçük hayal ve mutluluklarıyla mazbut bir hayat sürdürmeye çalışıyorlardı. Evlerinde Kürtçe düşünüp konuşan aile fertleri, civar köy ve beldelerdeki baskı haberlerini tedirginlikle dinliyor, Kürt olmakla şiddet arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışıyorlardı. Öyle ki bölgeye dalga dalga gelmekte olan şiddetin kalıntısı olacakları akıllarının ucuna bile gelmeyecekti.
Ölümcül mesajlar
Bölgede savaşın başladığı ve şiddetlendiği yılların başında gelir 1993 senesi. 1993-1997 arası dönem; faili meçhul cinayetlerin, zorla kaybedilmelerin, köy yakmaların ve iç göçün zirve yaptığı zamanın dilimidir, 12 Eylül Askeri Darbe’den sonra bir süre kendini rölantiye alan güvenlik makinesinin yüksek tempoda çalıştığı dönemin kendisidir.
Bölgenin her santimine mesajlarını titizlikle sunma çabası içerisinde olan derin devletin Vartinis halkına olan mesajı, Öğüt ailesinin bedeninde yaşam hakkında somutlaşacaktı.
2 Ekim 1993 tarihinde Vartinis kasabasının kuzeyinde meydana gelen çatışma sonrası bir astsubay ile bir örgüt üyesi yaşamlarını yitirmişlerdi. Çatışma sonrası kasabanın içinden geçen komutan kasaba meydanında havaya ateş açıp gece “(…) bu gece bu köyü başınıza yıkacağım” şeklinde ziyaretlerine geleceğini ifade etmişti.
3 Ekim 1993 gecesi saat 2:00 – 3:00 sularında Vartinis büyük bir kuşatma altına girmişti bile. Evlerinde tedirginlikle bekleyen kasaba halkının kulağına dolan zırhlı araç sesleri ile silah sesleri olacaktı. Evlerinden çıkmamaları, hayvanların kış yemi olan ot yığınlarının devasa alevlerini görmelerine engel değildi. 1-2 saat sonra tüm evlerin kapıları askerler tarafından çalınacak, belediye meydanında toplanmaları istenilecekti. Belediye meydanının yakınında bulunan Öğüt ailesi konutunun alevler içinde olduğuna tüm kasaba halkı elleri başlarında bağlı diz üstünde tanıklık edeceklerdi. Tanıklıklara göre meydana ilk varan komşuların yangına müdahale etme girişimleri de engellenmiş idi. Olayı gören her tanığın; onlarca yıl sonra tüm detayları aktaran canlı hafıza ile travmanın sebebi, yangından kurtulmak için pencere korkuluklarına tırmanan çocukların çığlığı olacaktı.
Vartinis’in yıllar sonra ortaya çıkacak olan uzaktan çekilen fotoğrafına bakıldığında; kasabanın nasıl bir yangın bulutu ile kaplı olduğu, savaş filmi görüntülerinden eksik kalır bir yanının olmadığı görülecekti.
Bu insanlık dışı şiddettin kalıntıları yıllarca branda altında kaldıktan sonra Nusaybin Belediyesinin katkılarıyla fakirhanenin yerine yapılan müzeye konulacaktı. Müzede ki çarpıcı görüntülerden birisi ise çocuklarla birlikte küle dönüşen kitaplarının “Güzel Türkçemiz” başlıklı yanan sayfa parçası ile yanında duran kalemi olacaktı.
Umuda yolculuk
Olaydan sonra ileride beraat edecek olan bir kısım köylüler gözaltına alınır. Tek bir tanık beyanı dahi alınmayan soruşturma dosyası, olaydan 5 gün sonra Diyarbakır D.G.M. Savcılığının tozlu raflarında yerini almıştır bile.
Ağabey Eşref Öğüt; kardeşi ve ailesinin faillerini bulma konusunda bir iki hak arama girişiminde bulunmuş ise de ahtapotun derin kolları kendisine ulaşmış, aynı kaderi yaşayacağı tehdidiyle evinin yolu gösterilmişti.
Kaybın acısı kadar çıldırtıcı olan bir şey de belirsizlik idi. Acısıyla kavrulan Aysel uzun bir yas döneminin sonunda “kim ve neden” sorusunun cevabı ile adaletin peşine düşecekti.
2003 yılında yaptığı suç duyurusu üzerine konu ile ilgili yeniden soruşturma başlatıldı. Soruşturmadaki 10 yıl boyunca Türkiye’de adaletin kanayan yarası olan cezasızlığın tüm taktik ve stratejileri tatbik edildi. (Taktik ve stratejileri özetleyelim: Adli savcılık “ben görevli değilim; askeri savcılık görevli” kararı verir. Askeri savcılık “Hayır asıl ben görevli değilim sen görevlisin” şeklinde kararı verir. Bu paslaşma birden fazla yaşanabililir. Soruşturma izni garabeti yaşanır. Soruşturma izni için Van Bölge İdare Mahkemesinin görevini aşarak “bu olay zaman aşımına uğramıştır” diyerek takipsizlik kararı verir…)
Askeri vesayetle olan mücadele yıllarındaki atmosferin etkisiyle nihayet 2013 yılının Haziranında dört birlik komutanı hakkında dokuzar kez ağırlaştırılmış müebbet istemi ile dava açıldı. Muş İlindeki ilk duruşma yapılmış, güvenlik ile ilgili tek bir hadise yaşanmamıştı. Duruşma sonrası mağdur Aysel’in davanın varlığı ile ilgili ümit var teşekkürü henüz ilgililerine ulaşmadan; dosya, mağdur ve biz avukatları Kırıkkale’ye sürgün edilmiştik bile.
Sürgünde adalet arayışı
Tüm bunlar bizi yıldırmayacaktı. Hak arama süreci mağdur ve bizler için bir çileye dönüşmesine rağmen her duruşmaya katılıp onlarca tanığı Kırıkkale’ye taşıyacaktık.
Sürgündeki ilk duruşmada mahkeme tarafından verilen arada; Aysel, sanıklardan birinin yakasına yapışıp gözyaşlarıyla “neden” sorusunu haykıracaktı. Her duruşmada mahkemeye olan güvenini tekrarlayan Aysel’in olay ile ilgili anlatımları, bir filmin dış sesi gibi bizi dramatik hikâyenin içine çekecekti.
Tüm bu süreci bizlerle yaşayan, sanıklarla sanık sandalyesinde yüzleşen Aysel, “neden” sorusunun cevabını bizim kadar almış gözüküyor. Bir gecede tüm ailesini kaybetmenin derin boşluğu hiçbir zaman dolmayacaktır şüphesiz. Ancak kendisi ve çocuklarının toplum olarak, ülke olarak bizi affetmeleri için ilk iş, adaletin tecellisine bağlı. Hz. Süleyman ile kanadı kırık kuş arasında geçen diyaloğa oldukça benzeyen Aysel’in öyküsü için karar verilecek tarih, 1 Mart 2016. Verilecek karar kendisi için ikinci bir kopuşun habercisi olacağı gibi bir aidiyet duygusunun başlangıcı da olabilir.
Onarıcı adalet
Çok acil ihtiyaç duyduğumuz toplumsal barışın bir parçası sayılabilecek bu davalar, biçimsel bir yüzleşmeden çok samimi bir yüzleşmeyi hak ediyor. Ancak Temizöz, Çitil, Sayar davalarına bakıldığında ilk derece mahkemeleri sanıklar için bir aklanma platformuna dönüşmüş vaziyette.
Devlet ile yurttaş arasındaki aidiyet bağının gelişiminde adalet duygusunun payı oldukça büyüktür.
Güney Afrika’dan faili meçhul yakını bir kadına yaşadığı travmayı atlatmak için “bağışlamanın” önemli bir adım olduğu söylenmişti.
Kadın şöyle cevap vermişti: “Elbette, ama önce kimi affedeceğimi gösterin…”
Bu anlamlı cevap, toplumsal barışın tesisinde onarıcı adaletin en önemli koşulunu yeterince ortaya koyuyor sanırım.