Karanlık dönemlerin aydınlatılmasına vesile olan faili meçhul cinayetlerle ilgili davalardan gelen beraat kararlarını eleştiren Elçi, “Temizöz davası, Cizre’de iki yıl içerisinde 21 sivil yurttaşın çok vahşice katledilmesiyle ilgili bir davaydı. Çok somut delilleri vardı. 90’lı yılların en pervasız hareket eden infaz timlerinden, ölüm mangalarından biri Temizöz ve ekibiydi. İçinde uzman çavuşların, korucuların, itirafçıların olduğu bir ekipti. Bunlar, eşlerinin ve çocuklarının gözleri önünde insanları alıp kapı önünde kurşuna dizen, ayan beyan infaz gerçekleştiren bir ekipti. Mahkemenin beraat kararı, iktidarın ve yargısının hanesine utançla yazılacak bir garabettir” dedi.
Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, çözüm sürecinin handikapları ve olanaklarını, silahın devreden çıkmasının yol ve yöntemlerini, seçim sonuçlarını, yeni bir anayasayı, başkanlık sistemini ve Temiöz davası kararını gazetemize değerlendirdi.
SİLAH, HİÇ BİR ZAMAN SORUN ÇÖZMEDİ; SÖZ, HER ZAMAN OLACAK!
Sizce çözüm süreci neden bozuldu ve bu duruma nasıl gelindi?
Sayın Cumhurbaşkanının 7 Kasımdan da önce başlayan bir takım açıklamamaları özellikle Kürt meselesine ilişkin olarak hem sorunu içinden daha çok çıkılmaz hale getirmiş, halkın çözüm sürecine olan güvenini sarsmış, toplumun devlete olan siyasi iktidara olan güvenini zayıflatmış, hem de hükümetin işini de zorlaştırmıştır. Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Devlet organlarının uyumlu biçimde işlemesi, devlet organları arasındaki koordinasyonu gözetlemekle görevlidir. Toplumun tümünün esenliğinden, sosyal barışından sorumludur. Ama siyasal sorunlarda özellikle Cumhurbaşkanından ziyade hükümetin öne çıkması gerekmektedir. Çünkü bu sorunların çözümünden öncelikli olarak hükümet sorumludur. Fakat Sayın Cumhurbaşkanının 7 Kasımdan önce başlayan, Kürt toplumunu da rencide eden, rahatsız eden bir tür aşağılayan açıklamaları; örneğin siyasetçilere, siyasi kadrolara değil de topluma yönelerek, ‘Kürt meselesi çözülmüştür daha ne istiyorsunuz’ biçiminde kabulü mümkün olmayan ve Kürt toplumunu da tahkir eden ifadeleri. Hükümetin yürüttüğü İmralı görüşmeleri çerçevesinde ortaya çıkan Dolmabahçe belgesini tanımadığını, Öcalan’la yapılan görüşmeleri doğru bulmadığı yönündeki açıklamaları tansiyonu yükseltmiştir. Son olarak 1 Kasım seçimleri sonrası yaptığı ve tansiyonu yükselten açıklamaları, akabinde KCK’nin devam eden ateşkesi bitirmesine yol açan açıklaması, açıkçası tüm bunlar, Türkiye’de tansiyonu yükselten, sosyal barışı olumsuz etkileyen ve hükümetin de çalışmalarını zora sokan bir tablo oluşturmaktadır.
‘SİLAH KONUŞACAK’ AÇIKLAMALARI TEHLİKELİ
Seçimlerden çıkan sonucu nasıl okumamız lazım? Çözüm süreci mi, askeri yöntem mi?
Şu anada herkes tedirginlik içerisinde, kaygı içerisinde olacakları bekliyor. Bir yandan KCK’nin ateşkesi bitirdiğine yönelik açıklaması, bir yandan sayın Cumhurbaşkanının bundan sonra ‘konuşma, tartışma yok, bundan sonra silahlar konuşacak biçimindeki açıklamaları… Bundan toplum şunu algıladı: Bundan sonra sadece askeri operasyon var, söz bitti. Halbuki söz hiç bir zaman bitmez. En kötü koşullarda bile sözün bitmemesi lazım. Ayrıca şunu söyleyeyim, toplum Cumhurbaşkanıyla aynı fikirde değil. Türkiye toplumunun tamamında yapılan ve son günlerde basına yansıyan bir araştırmanın sonucu da gösteriyor ki, Türkiye toplumu ‘Terörle mücadelede’,Kürt sorunun çözümünde askeri yöntemlerin devrede olması gerektiği yönünde bir görüş olmakla birlikte, görüşme, konuşma ve müzakere yönteminin devam etmesi gerektiği yönünde bir sonuç çıkmaktadır. Türkiye toplumu, yani AK Partiye oy verenler bile, Kürt meselesinin çözümünde, yani PKK ile mücadelede askeri yöntemler devrede kalsa bile diyalog ve müzakerenin devam etmesi konusunda çok güçlü bir destek var. Eğer sayın Cumhurbaşkanı 1 Kasım seçimlerinde % 50’ye varan halk desteğini askeri çözüme, silahların yeniden devreye girmesine bir kredi açılışı olarak değerlendiriyorsa bu son derece yanlıştır. Evet Türkiye toplumu bir bütün olarak AK Parti iktidarına bir kredi açmıştır, ama bu kredi, konuşmayı, diyalogu devre dışı bırak, sadece silahı devrede tut şeklinde bir kredi değildir. Bu tamamen toplumun gerek ekonomik istikrarsızlık kaygıları, gerekse de 7 Temmuz sonrası ortaya çıkan bu şiddet döngüsünden duyduğu kaygı nedeniyle halk tek parti iktidarının sorumluluk almasını daha uygun görmüştür. Yoksa, halkın bu desteğini Kürt sorunun çözümü konusunda sadece askeri seçeneğin devrede olması gerektiği yönünde yorumlamak mümkün değildir. Şunun bir kez daha altını çizmiş olayım; Ne 7 Haziran seçim sonuçları, yani HDP’nin %13’lük o muazzam seçim başarısı şiddete, silaha açılmış bir krediydi ne de AK Partinin 1 Kasım sonrası aldığı %50’ye varan oy desteği, silahlı çözüme açılmış bir kredidir. Dolayısıyla her iki tarafın da bu seçim sonuçlarını doğru okuması, toplumun verdiği mesajı doğru algılaması gerekiyor. Şimdi olay şu: Bir; Kürt silahlı hareketinin özellikle öz yönetim adı altında, toplumun önemli bir kesiminin anlayamadığı, anlamakta güçlük çektiği, herkesin bildiği özellikten farklı bir paradigmaya işaret eden ve bu ilanlara paralel bir biçimde şehir merkezlerinde, sivil insanların yaşadığı alanlarda bir takım aktivasyonlar; hendekler, barikatlar, silahlı grupların faaliyetleri ve güvenlik kuvvetlerinin yaptığı müdahalelerle yaşanan çatışmalar… Bir kere bunlar bölgenin gerçeklerine uymuyor. Bunlar sorunun çözümüne yarar sağlamadığı gibi, buna karşı devletin güvenlik görevlilerinin, tanklarla, toplarla, ağır silahlarla, insanların yaşadığı mahallelerin aralarında, o dar sokaklarda top atışları yapmaları da sorunu daha da ağırlaştırmaktan başka bir sonuç vermez. Bunu bizzat yetkililer ifade etti, Silvan’da top kullanıldı. Dolayısıyla bu toplum buna onay vermiyor, buna razı değil. Kürt siyasi hareketi de uygulamalarını gözden geçirmelidir diye düşünüyorum. Bu gerçekçi değil, toplumun bundan mutlu olduğunu, buna destek verdiğini düşünmüyorum. Ama devletin de, özellikle Cumhurbaşkanının çizdiği çerçeve; ‘her şeyi yaptık, daha ne istiyorsunuz, bundan sonra konuşmak, tartışmak yok, sonuç alam dönemi ‘ gibi… Sadece yakarak , yıkarak, adeta 90’lı yıllarda Tansu Çiller ve Doğan Güreş dönemini andıran, 93 konseptine benzer yeni bir konseptle hele hele bu faili meçhul dosyalarının peş peşe beraatla sonuçlanması gibi, yeniden Toroslarla sembolize olan istihbarat elemanlarının, infaz mangalarının sokaklara inmesi gibi faili meçhul bir döneme işaret eden uygulamalar çözüm değildir.
“SİLAHI DEVREDEN ÇIKARMANIN YOLU”
Peki bu süreçte silahlar nasıl devreden çıkar?
Bir kere siyasi iktidarın Öcalan’ı göz ardı etmemesi gerekiyor. Öcalan’ın hala Kürt toplumu üzerinde de, silahların üzerinde de büyük bir manevi etkisi var. Ayrıca, Öcalan geçekten, birlikte yaşama ve Türkiyelilik perspektifi içinde bir tahaaüle ve bir toplumsal tasavvura sahiptir. Daha makul ve Türkiye şartlarına daha uygun öneriler sunan, çözümler üreten ve gerçekten bu meselenin çözümünde çok işlevi olabilecek bir aktördür. Biz bölge baro başkanları olarak çok kez talep ettik, dedik ki; avukatlarıyla görüştürmüyorsunuz, temel bir hak ihlalidir bu. Siyasi heyetle görüştürmüyorsunuz, bari bizimle görüştürün. Biz onun mesajlarını alıp gelelim. Hükümet bunu da istemedi. Hükümet burada büyük bir yanlış içindedir. Öcalan’ın önünün açılması, katkısının alınması lazım. İkincisi; Suriye’deki, Irak’taki ve orta doğudaki gelişmeleri dikkate alarak, ‘ben sorunu çözdüm, işte TV kanalı var,kaldı ki isteyen Kürtçe özel okullarda Kürtçe eğitim yapabilir’ şeklinde, Kürt toplumunun ihtiyaçlarına cevap vermeyen, yani anadilin, resmi ve toplumsal alanda Türkçenin yanında kullanımına kapı kapatan ve demokratik ülkelerin sahip olduğu özerklik, idari yönetim modeline de tümüyle kapıları kapatan bir anlayışla biz bu sorunu çözemeyiz. Hükümet, yeni anayasa çalışmalarını gündeme getirdiği bir dönemde, Kürt kimliğinin de özgürlüğünü de sağlayacak bir vatandaşlık tanımı yapmalıdır. Anayasanın 42. maddesinin yeniden düzenlenerek, Kürtçenin de resmi ve sosyal yaşamda kullanılmasının ve devlet okullarında öğrenilmesinin yolu açılmalıdır. Üç; Avrupa yerel yönetimlere özerklik şartının yeni anayasaya entegre edilerek, ademi merkeziyetçi bir yapılanmaya hazır olduğunu söylemelidir. Ve Kürt siyasi hareketi de gerginliği arttıran, şiddeti ve silahı toplumun arasına yayan, aynı zamanda toplumu da mağdur eden, sivil alandaki silahlı faaliyetlerini durdurmalıdır diye düşünüyorum. Bunlar olursa silahı devreden çıkarmanın startı verilmiş, bunun yolu açılmış olur ve müzakereye dönülmüş olur.
“YENİ ANAYASA BİR İHTİYAÇ”
Yeni Anayasa sorunları çözer mi?
Öncelikle söyleyeyim, yeni anayasa bir ihtiyaçtır. Toplumun hem bir talebi hem de ihtiyacı olarak gündemdedir. Bu bakımdan, Cumhur başkanının ve siyasi iktidarın yeni bir anayasa arayışı doğru bir arayıştır. Ama toplumun derinden bir takım kuşkuları ve kaygıları vardır. İktidarın ve özellikle de Cumhurbaşkanının anayasa projesinin odağında başkanlık sistemi vardır. Yani siyasal iktidarın Türkiye’yi demokratikleştirme, özgürlükleri geliştirme, Türkiye’yi modern demokratik ülkelerin sahip olduğu birinci sınıf bir demokrasiye götürme; toplumun farklı kesimlerinin yüz yıllık sorun ve ihtiyaçlarını anayasal güvenceye kavuşturma gibi, gerçek toplumsal ihtiyaca binaen bir anayasadan çok, kendi kişisel veya partisel projesi olan başkanlık sistemini hayata geçirmek amaçlı bir anayasal arayış olduğundan kaygılıyız. Şimdi tabii ki, 316 milletvekili ile hükümet bunu tek başına hayata geçirecek güçten yoksundur. Çok az da olsa bir desteğe ihtiyacı vardır. Burada elbette ki, diğer partilerin desteği kritik bir işlev görecek. Özellikle de HDP’nin tutumu. Şüphesiz HDP’nin daha önce bir takım taahhütleri var. ‘Biz sadece başkanlık projesini anayasal sisteme dahil edecek bir anayasal değişikliğe değil, bir bütün olarak ülkeyi demokratikleştirecek, huzura, rahata kavuşturacak gerçek demokratik bir Türkiye’yi temin edecek bir anayasaya evet deriz.’ demişlerdi. Ayrıca sadece bu iki partinin de değil, özellikle CHP’nin de kaygılarını gözeterek desteğini de alarak… AK Partinin de başkanlığı bir ön koşul olarak ortaya koymadan, toplumsal uzlaşmaya dayalı, belki de referanduma bile gerek kalmadan yeni bir anayasa son derece yararlı olacaktır.
Sizce hangi yöntemlerle sorun çözülür?
Bizim bu konudaki talebimiz şudur: Yeni anayasada, uluslaşma projesi adı altında neredeyse yüz yıla yakındır yürütülen ve toplumun, başta Kürtler olmak üzere farklı kesimlerini -etnik, dini, inançsal- mağdur eden, travmatize eden tekleştirme siyasetiyle köklü bir kopuş yaşanmalıdır. Yeni anayasa tüm bu geçmiş yüzyılın olumsuz etkilerini silebilecek, yeni bir sayfa açabilecek ve yeni bir yaşamın esaslarını oluşturabilecek nitelikte olmalıdır. Ve bu anayasanın esasları özetle: Birincisi Türkiye toplumunun tamamını kucaklayan ve bir toplumsal sözleşme niteliğine vurgu yapmalı, mevcut ırkçı, dışlayıcı giriş bölümü tamamen değişmeli. İkincisi; vatandaşlığı en azından nötr hale getirecek ama Türk kimliği dışında farklı kültür ve kimliklere de resmi ve sosyal yaşamda özgürlük tanıyan, statü tanıyan bir anayasa olmalı. Yine anadilde eğitim hakkını temel bir insan hakkı olarak bir kamusal hizmet olarak yurttaşların ihtiyacına binaen kabul eden ve bunu anayasal garantiye bağlamalı. Üçüncüsü; Türkiye’nin idari geleneklerine uygun biçimde ama bu katı merkeziyetçi yapıdan uzaklaşan, daha çok ademi merkeziyetçi, yetkilerin çevreye yayıldığı, bölgesel yönetimlerin daha çok güçlendirildiği ve o bölgesel yönetimlerin içinde özgürlüklerin anayasal güvenceye alındığı, ifade, örgütlenme özgürlüğünün herkes için % 100 garanti altında olduğu yeni bir idari yapılanmayı düzenleyecek bir anayasaya evet diyeceğimiz bir anayasadır. Diyarbakır barosunun daha önce bölge barolarıyla görüşülerek hazırlamış olduğu bir anayasa taslağı vardır. Ve bu taslağı güncelleyerek, geliştirerek bu sürece katkı sunmaya, siyasi partilerimize yardımcı olmaya hazır olduğumuzu ifade etmek isteriz.
“BAŞKANLIK SİSTEMİ BİR TABU DEĞİLDİR.”
Başkanlık konusu sorunu çözer mi?
Yönetim sistemleri, ülkeden ülkeye, tarihsel koşullara, sosyal, ekonomik, kültürel, hukuki arka plana bağlı olarak değişiklik gösteren sistemlerdir. Amerika’da farklı bir sistem var, Avrupa’da farklı bir sistem var, bizde de farklı bir sistem var. Bizim sistemimiz daha çok Fransa yani daha çok jakoben merkeziyetçi, aslında farklılıkları bir yerde yadsıyan ama bireysel özgürlükleri öne çıkaran bir sistemdir. Başkanlık sistemi benim için bir tabu değildir. Elbette ki Türkiye’deki parlamenter sistemin hali hazırda bir reforma ihtiyacı olduğu ve bu sistemin ülkeyi çok iyi bir ere götürmediği de ortada. Ama başkanlık sistemine gidilecekse bile, bu bir şahsiyetin ye da bir partinin arzuladığı biçimde ve daha çok kendilerini güç ve kudret sahibi yapacak, ülkede tek yetkili kılacak, adeta, tabiri caizse bir tür padişah gibi kudretle tanzim edilecek bir şeyse, bunu kabul etmek mümkün değil. Türkiye toplumu böyle bir şeyi kabul etmez zaten. Nitekim araştırmalar AK Parti tabanının bile böyle bir başkanlık sistemine kolay kolay evet demeyeceğini gösteriyor. Toplumun bütün kesimlerinin katılımıyla, bütün siyasi aktörlerin bileşeniyle, gerçek anlamda bir kuvvetler ayrılığının varlığıyla, yasamanın yürütmeden tamamen ayrıldığı bir yöntem tartışılabilinir. Gerçekten güçlü bağımsız ve gerçek bir yasama fonksiyonunu yerine getirecek bir siyasi partiler rejimi ve bir parlamento yapısını garanti altına alacaksa, yani Cumhurbaşkanının karşısında parlamento gerçek bir güç ise, aynı Amerika’daki gibi, Amerika’daki kongre gibi. İki, geçekten tam bağımsız bir yargı, Amerika’daki yüksek mahkeme gibi. Hem Cumhurbaşkanının hem idarenin her türlü hukuk dışı tasarrufuna karşı tam bağımsız ve tarafsızlık içerisinde bir yargı oluşturabilecekse. Yine yerel yönetim, eyalet sistemi gibi, bölgesel yönetim, özerklik gibi yani bu katı merkeziyetçi yapıya son veren ve dolayısıyla güçlü bir Cumhurbaşkanının karşısında yerel yönetimlerin de bir güç olduğu, denge ve kontrol sisteminin tam olarak sağlandığı bir sistem olabilecekse ve bunun her türlü anayasal yasal alt yapısı oluşturulacaksa ve toplum bunun daha iyi bir yönetim sistemi olduğuna ikna olacaksa bu pekala tartışılabilir, konuşulabilir.
“SEÇMENDEN HDP’YE SARI KART “
HDP’nin oy düşüşünü neye bağlıyorsunuz?
HDP’nin arkasında hala da muazzam bir halk desteği olduğu bir gerçek. Ben bu süreci bir tür sarı kart gibi ifade ettim. Sarı kart, oyuncuya daha dikkatli oynaması için yapılmış bir ihtardır. Seçmenin HDP’ye bu anlamda bir mesaj verdiğini düşünüyorum. Bence bu seçimin en önemli sonuçlarından bir tanesi HDP’nin %13’ten %11’e inmesi ya da 80 sandalyeden 59 sandalyeye inmesi değil, Sürekli baş aşağı giderek irtifa kaybeden bir siyasi iktidarın bu kadar kısa bir zaman içinde böyle büyük bir destek sağlaması, bence bu seçimin en ilginç sonucu budur. Tabii ki bir çok yorumcu bu konuda bir değerlendirmede bulundu. Ben de toplumun büyük bir kesiminin istikrarsızlık kaygısı ile tek parti iktidarını daha iyi bir seçenek olarak gördüklerini düşünüyorum. Doların son aylardaki olağan üstü artışı, ekonomik kriz korkusu seçmeni tek parti iktidarı konusunda daha çok motive etmiştir. Gerçekten de Temmuz ile başlayan silahlı çatışma süreci, özellikle sokak çatışmaları, hendek, barikat gibi uygulamalar, kum torbalarıyla mevzilerin inşa edildiği sokak görüntüleri, Türkiye’nin batısındaki halkı rahatsız ettiği kaygılandırdığı gibi, Kürt toplumunu da endişeye sevk etmiştir. Dolayısıyla ekonomik istikrarsızlık kaygısının yanında, Temmuz sonrası silahların yeniden devreye girme sürecinin de bu sonucu ortaya çıkaran temel etkenlerden biri olduğunu düşünüyorum.
“İKTİDARIN ALNINDA KARA LEKE OLARAK KALACAK”
Temizöz davasında çıkan beraat kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu bir ceza yargılamasının hukuksal faaliyeti değildir. Bu siyasal iktidarın yeni konseptinin doğal bir sonucudur. Uzun bir süredir zaten bunun işaretleri ortaya çıkmıştı. Özellikle 17- 25 Aralık’tan sonra yargıda yaşanan o depremden sonra adım adım bu dosyalar, yani özellikle devam eden soruşturmalar hız kaybetti, açılan davalar da hemen sürgün edilerek batıdaki merkezlere nakledildi. Ve peş peşe tahliye talepleri ortaya çıkmaya başladı ardından da hemen tahliye kararları gelmeye başladı. Bu tamamen şudur: Paralel yapı olarak adlandırılan bir yapıyla mücadele ettiğini ve üstelik yargı ve poliste güçlü olan bir yapıyla mücadele ettiğini, ayrıca Kürt meselesinin henüz çözülmemiş olması nedeniyle doğuda da silahlı PKK gücüyle mücadele ettiğini düşünen bir hükümetin askerlerle , güvenlik bürokrasisiyle didişmenin mantıksız olduğu biçimindeki tespitinin olağan bir sonucudur.. Hükümet açıkçası, geçmişle yüzleşmeye bir çizgi çekmiştir. Aslında hiç bir dönem yargı bu meselelerde etkili olmadı, ama son birkaç yıl önce yargı içinde iyi niyetli bir takım çabalarla açılan bazı davalara da siyasi iktidar doğrudan müdahale ederek bu davaları kapattı. Öteden beri hükümetin yargı kararlarına, süreçlerine çok dürüst olmayan bir yaklaşımı var. Yargı’daki iyi şeyleri kendi hanesine yazan, ama kötü şeyleri ise yadsıyan, bunu paralel yargı yapıyor ya da bağımsızdır canım ne yapalım yargı yapıyor, müdahale edemeyiz biçiminde dürüst olmayan bir yaklaşımı vardı, siyasi iktidarın. Fakat bu kararla siyasi iktidarın gerçek yüzü ortaya çıkmıştır. Temizöz davası; Cizre’de iki yıl içerisinde 21sivil yurttaşın çok vahşice katledilmesiyle ilgiliydi. Çok somut deliller vardı. 90’lı yılların en pervasız hareket eden infaz timlerinden, ölüm mangalarından biri Temizöz ve ekibiydi. İçinde uzman çavuşların, korucuların, itirafçıların olduğu bir ekipti. Bunlar, eşlerinin ve çocuklarının gözleri önünde insanları alıp kapı önünde kuşuna dizen, ayan beyan infaz gerçekleştiren bir ekipti. Şunu söyleyebilirim, bu karar bu dönemdeki siyasal iktidarın ve yargısının hanesine utançla yazılacak bir garabettir. Biz bölge hukukçuları olarak, Diyarbakır barosu olarak hukuk mücadelemizden ve mağdurlarla birlikte adalet mücadelesinden vazgeçmeyeceğiz.