BELMA AKÇURA
Geriye gidelim…
1991 Türkiye’sine…
7 Temmuz’da Elazığ Maden civarında, köprü altında bir ceset bulundu.
Kafasının arkası ağır darbelerle dağılmış, kafatası çökmüş, gözleri delinmiş, kolları ve bacakları kırılmış, bütün vücudu jiletle lime lime doğranmış…
HEP Diyarbakır İl Başkanı Vedat Aydın’ın cesedi…
5 Temmuz 1991’de evinde gözaltına Vedat Aydın iki gün işkence görmüş, öldürülmüş ve cesedi bir köprünün altına atılmıştı…
Aydın’ın öldürülmesi sıradan bir tercih olarak görünmüyordu.
Lice’de bir PKK’lının cenaze töreninde yaptığı konuşmadan hemen sonra bir gazete onu hedef göstermiş, öldürülmeden yaklaşık sekiz ay önce de bir toplantıda protestolarla sözlerini kesmek isteyenler olsa da o ısrarla konuşmasını Kürtçe yaparak dikkatleri üzerine çekmişti.
Aydın; her konuşmasında devletin mevcut baskılarına karşı mücadele vermenin önemine değiniyordu.
Ne acıdır ki Kürtleri baskı ve şiddetle susturmaya çalışan derin devletin acımasızca öldürdüğü Vedat Aydın yattığı yerden bütün yıldızların adını Kürtçe sayarken, bugün Devlet barış için adım atıyor.
Ancak devletin önce geçmişteki bu faili meçhul cinayetlerle yüzleşmesi gerekiyor.
Susurluk sonrası hazırlanan raporlarda Vedat Aydın’ın devlet içerisinde odaklanan bir çete tarafından katledildiği belirtilmiş olsa da geçen süre içerisinde cinayete ilişkin tek bir hukuki adım atılmadı.
2012’de Vedat Aydın’ın dosyasının zamanaşımına uğramasına az bir zaman kala, bir derin devlet yapılanması olan JİTEM adına işledikleri cinayetleri itiraf eden Abdülkadir Aygan’ın Aydın’ın JİTEM tarafından öldürüldüğü yönündeki ifadeleri dosyaya girince zamanaşımı sorunu ortadan kalktı:
“… Sorgu odasındaki herkes işkenceye katılmak zorundadır. Orada duygusallığa yer yoktur. İşkence yapmayan personele şüphe ile bakılır. Sorguda işkence sınırsızdır. Filistin askısı, ayaklarından tavana asma, ayaklara araba lastiği bağlanıp tavana asma, çıplak vücudunda sigara söndürme, aç ve susuz bırakmak, tehdit, şantaj, küfür ve hakaret gibi yöntemler uygulanır. İşkenceli sorguda istenilen bilgi alındıktan sonra, kablo veya iple boğulmak veya arazide kafasına kurşun sıkılmak suretiyle infaz edilirdi. Öldürülen kişi ya halka korku salmak maksadıyla açık araziye çuval içerisinde atılır, ya da rastgele kazılan bir toprak çukura gömülürdü. Bazen cesedin bulunmaması için göle veya nehre ağırlık bağlanıp atılırdı.”
Ancak JİTEM komutanlarının dahi bazen bizzat sorguya katıldığını ve işkence yaptığını belirten Aygan’ın bu ifadeleri sonucu yine değiştirmedi.
Dava zamanaşımına girmekten kurtulsa da savcı yeterli delil olmadığı gerekçesiyle soruşturmayı durdurmuş durumda…
Sorun şu ki; açılmış davalarla ilgili yargı sisteminin suç algısı hangi davaların zamanaşımına uğrayıp uğramamasında da önemli bir rol oynamakta. Sivas’ta 35 aydının ölümüne neden oldukları gerekçesiyle yıllardır sonuçlandırılmayan Madımak davasında Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın beş sanıkla ilgili dosyayı zamanaşımından düşürmesi gibi.
* * *
Türkiye’de resmi olmayan rakamlara göre; 18 binin üzerinde insan, faili meçhul cinayetler sonucu hayatını kaybetti.
Tozlu raflarda tutulmuş, etkin soruşturma yapılmamış, unutulmuş bu insanlık suçu cinayetlerle ilgili hukuk hiçbir zaman işlemedi, yargı faili meçhul cinayetlerin en yoğun yaşandığı özellikle de 1990’lı yılları karanlıkta bırakarak kendi sicilini bozdu. Dönemin siyasi aktörleri ve Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) sorumluluğunda bu cinayetlerin işlendiği yönündeki mahkeme kararları 2000’li yılların ortasına kadar sadece bir ‘durum tespiti’ olarak kayıtlara geçildi.
Medya yıllarca ve özellikle Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde Avukat Yusuf Ekinci, Avukat Medet Serhat, Kürt işadamları: Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Adnan Yıldırım, Hacı Karay’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda cinayet dosyası için zamanaşımı kavramına dikkat çekti.
Soruşturmaların eski TCK’ya göre yürütüldüğü, zamanaşımı süresinin bu suçlar için 20 yıl olduğu, bu davaların çoğunun 2013’de zamanaşımına uğrayacağı hatırlatıldı.
Olay tarihine ve yürürlükte olan lehe kanun hükümlerine bakıldığında en uzun zamanaşımı süresi 20 yıl. Ancak yakalama kararı çıkarılmış ve dava açılmış olanlar için bu süre 10 yıl daha uzatılınca zamanaşımı ortadan kalktı.
Örneğin Gazeteci Uğur Mumcu davasında aranan ve yargı karşısına bir kere bile çıkmamış davanın kilit ismi Oğuz Demir ve yargılaması devam eden dört sanıkla ilgili zamanaşımı sorunu yok. Ancak biri şimdi çıkıp ‘Mumcu’yu öldürdüm, bombayı ben yerleştirdim’ dese bundan hukuken bir sonuç alınıp alınmayacağı tartışma konusu.
Ancak bundan birkaç ay önce bazı gazeteler, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü faili meçhul cinayetlerle ilgili soruşturmalarda zamanaşımı konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) kararlarının temel alacağını belirtildi. Yani faili belli olmayan soruşturmalar failleri tespit edilene kadar açık kalacak; örneğin artık zamanaşımına giren Turgut Özal, Eşref Bitlis, Uğur Mumcu gibi cinayetlerin soruşturmaları zamanaşımına uğramayacak.
Anayasa’nın 90. Maddesi’nin son bendi bu tür davalarda uluslar arası hukuku referans alacak bir düzenlemeyle soruna çözüm üretmiş görünüyor.
Hukukçulara göre aslında savcı uluslar arası hukuku referans alarak sadece zamanaşımı dosyalarını kapatmama kararıyla önemli bir adım atmıyor. Bu cinayetlerde önemli rol oynayan MGK’nın da geçmiş tutanakları açması yönünde harekete geçmesini de önemsiyor. Hatırlarsanız birkaç yıl önce Susurluk Davası’nda yargılanan Ayhan Çarkın’ın faili meçhul cinayetlere ilişkin ifadeleri üzerine soruşturmayı yürüten savcı MGK’ya “Bu cinayetlerden haberiniz var mıydı? sorusunu yönetmişti.
Elbette yanıt alınamadı.
Merkez medyada da durum farklı olmadı. Bu davaların hukuki süreç içerisinde nasıl yol alacağını izlemedi, zamanaşımına uğrayan davaların akıbetini kamuoyu ile paylaşmadı. Oysa yasada bir düzenleme yapılmadan başsavcının zamanaşımına uğramış bir dosyayı açık bırakmasının hukuken bir anlam ifade edip etmeyeceğini ya da sanıkların hukuken zamanaşımına uğramış bir dosyanın açık bırakılmasına itiraz edilmesi halinde ne olacağını kamuoyu ile paylaşmak, kapatılmış, soruşturulmamış binlerce faili meçhul cinayet dosyası için de bir umuttur aslında…
Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı tutanaklarını savcılığa göndermeme konusunda MGK Kanunu’nun 10. Maddesine sığınıyor.
Söz konusu maddede, “Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında yapılan görüşmeler, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği görevlileri tarafından usulüne uygun şekilde tutanakla tespit edilir. Kararların asılları ve görüşme tutanakları Genel Sekreterlik’te saklanır. Tutanaklar ve görüşmeler açıklanamaz ve yayınlanamaz. Kararlar Milli Güvenlik Kurulu’nun vereceği karara göre açıklanabilir veya yayınlanabilir.” hükmü yer alıyor.
Dolayısıyla MGK olumsuz yanıt verirken “Bu aşamada talebinizin yerine getirilmesi mümkün görülmemiştir.” diyerek tutanakları göndermiyor.
Haliyle 12 Eylül darbesinin ürünü olan Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumların ve kanunların önemli bir bölümünün muhafaza edilmesinin demokratikleşme yolundaki Türkiye’nin önündeki en büyük engeli oluşturmaya devam ediyor.