“Davadaki tüm deliller aynı faillerin aynı silahlarla cinayetleri işlediğini gösterse de, hatta faillerin kendileri cinayetleri üstlense ya da infaz listeleri bizzat devlet görevlilerince mahkemeye sunulmuş olsa da bu davanın da diğerleri gibi cezasızlıkla sonuçlanacağı çok uzak bir tahmin değil.”
Bu satırları, Ankara JİTEM davası dediğimiz davanın son duruşmasından bir gün önceki panel için yazmıştım. Sadece benim değil, davayı izleyen herkes ve kayıp yakınlarının düşüncesi buydu, ertesi sabah mahkeme salonunda gerçeğe dönüştü.
İktidarın “konjonktür değişmeden” önce propaganda amacı olarak kullandığı soruşturma ve davalar, görevini tamamlayıp artık ihtiyaç kalmayınca, devletin devamlılığının esas olduğu prensibiyle birer birer hasır altı edildi.
Yani, bir devlet politikası olarak yürütülen operasyonlar, yine bir devlet politikası olarak cezasızlıkla sonuçlandı.
Hatta bu davalardan biri olan ve yine beraatla biten Lice Davasının müdahillerinden Şiyar Kaymaz, “O dönemki çözüm sürecinin getirdikleriyle de adalet talebini dillendirdik. Tepkiler de aldık, bölgede bu tür olayların ardından mahkemede adalet talep edene ‘Deli’ diyorlardı” demişti. Bu gerçeğe rağmen, en azından bazı maddi gerçeklerin ortaya çıkması için takip ettikleri davada, Lice’de 25 yıl önce gerçekleşen katliamın tek faili olarak yargılanan dönemin Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Eşref Hatipoğlu da beraat etti.
Son beraat da Ankara’da 19 faili belli cinayetin yargılandığı, Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesinden geldi.
“Bağımsızlık konusunda yanılıyorsunuz”
Ankara JİTEM Davası ya da Ankara faili meçhuller davası diye adlandırdığımız, 19 cinayetin yargılandığı davanın 13 Aralık 2019 tarihli son duruşmasında mahkeme, kararı okurken tüm salonun ayağa kalkmasını istedi, “Karar ayakta dinlenir” diyerek.
Bu şekli saygının gereklerine kendisi aynı şekilde yanıt vermedi, kararı birkaç saniyede, “Tamam işte, beraat” minvalinde okuyup dosyayı kapattı. (Tabii temyiz süreçleri var ama müdahiller de dahil hiç kimsenin sonucun değişeceğine dair umudu yok.)
Duruşma sırasında, aynı zamanda kayıp yakınlarından olan avukat Sertaç Ekinci mahkemeye, “Siz bizimle dalga mı geçiyorsunuz?” diye seslenmişti, mahkeme bu kararla soruyu olumlu şekilde yanıtlamış oldu.
Müdahil avukatlardan Murat Yılmaz da hem savcı mütalaasını hem de mahkemenin kararını birkaç cümleyle şöyle özetledi: “Şaşırtıcı değil. Evet devletler katildir, devletteki çeteler suç işlemiştir. Bunu siz de sanık müdafileri de biliyor. Bu, siyasi iktidardan bağımsız bir durum değildir. Sizin yerinizde hangi hâkim olsa beraat verecek çünkü iktidar Mehmet Ağar’la anlaşmış, seçim çalışması yapmıştır. Vereceğiniz kararın bağımsız olmadığını biliyoruz.”
Mahkeme başkanı bu sözler üzerine ilk kez sessizliği bozup “Bağımsızlık konusunda yanılıyorsunuz” diye itiraz etti.
Diğer avukatlar da cinayetlerin siyasi iktidar ve MGK, MİT ve askeri istihbaratın bilgisi dahilinde işlendiğini, bir devlet projesi olduğunu ifade ettiler.
Kayıp yakınları hem duruşmada hem salon dışında bu düşünceyi sık sık dile getirdiler, 90’lı yılların hakim “görevlilerinin” iktidarla yine kol kola olup işbaşına geçtiğini ve aslında hiçbir şeyin değişmediğini söylediler.
Silahı “Hadi sen de milli ol” diye bana verdi
Bahsi geçen mütalaada savcı önce delillerden bazılarını sıralayıp sonra da onların aslında delil olmadığını anlatmaya çalıştı. Silahlar, balistik raporları, tanıklar gibi “gerçek” delillerden ise hiç bahsetmedi.
Oysa soruşturma, savcılığın güvenilmez diye nitelediği tanık, eski özel harekat polisi Ayhan Çarkın’ın ifadelerinin ardından başlamıştı.
Çarkın bu ifadelerinin birinde, “maktullerden Yusuf Ekinci’nin dört araçla durdurulup alındığını, Gölbaşına götürüldükten sonra Ayhan Akça’nın uzi marka silahı kendisine vererek ‘Hadi sen de milli ol’ diyerek silahı kendisine uzattığını, kendisinin ise silahı fırlatıp attığını, Ekinci’yi başkasının öldürdüğünü” anlatmıştı.
Çarkın, Behçet Cantürk’ün de “devletin bekası için öldürüldüğünün söylendiğini” aktarmıştı.
“Sanıksız yargılamadan adalet çıkmayacağını biliyorduk”
Savcı ise “Sanıkların aleyhinde maddi gerçekliği ortaya koyacak objektif veya subjektif delile rastlanmadı. 25 yıl geçtiğinden yeni delile ulaşmak da imkansızdır” iddiasında bulundu, sözlerini “Şüpheden sanık yararlanır” diye bitirdi.
Avukat Mehmet Emin Aktar’ın tek delilin Çarkın’ın ifadelerinin olmadığını söylediği, “Oysa biri Ankara’da biri İstanbul’da işlenen iki ayrı cinayette aynı uzi silahın kullanıldığı belli, balistik incelemeler var, deliller var…” şeklindeki itirazı dikkate alınmadı.
Sanık avukatları ise mütalaadan çok memnundu, öyle ki içlerinden “Ben hazırlasam bu kadar olurdu” demiş olabilirler.
Mahkeme de uzun mütalaayı tartışmaya sadece birkaç dakika ayırdı ve hızla kararı açıkladı: Beraat.
Avukat Aktar beyanında davayı özetlemişti zaten: “Sanıksız süren yargılamadan adalet çıkmayacağını biliyorduk.”
“Kaçırılacağına dair ihbar geldi, sonra da kaçırıldı”
Malum çetenin öldürdüklerinden Namık Erdoğan’ın kardeşi Naif Erdoğan ile bundan 7 yıl önce, soruşturma başladıktan sonra konuşmuştuk, “Bize, kaçırılacağına dair bir ihbar geldi. Bir süre sonra da kaçırıldı. Dava dosyasına ulaştık. İlginç bir durum var. Cinayet 1994’te işlenmesine rağmen, otopside bulunan kurşun parçaları 2010 yılında balistik incelemeye kabul edilmiş. Yani cinayetten 16 yıl sonra…” demişti. Bugün cinayetin üzerinden 25 yıl geçti ve artık ortada göstermelik de olsa bir yargı süreci de yok.
Ayhan Çarkın’ın basına yaptığı “Namık Erdoğan’ı ben öldürdüm” itirafı da, başka bir eski özel harekâtçı Ercan Ersoy’un “Bu cinayetler birkaç özel harekât polisinin yapacağı iş değil. Zaten böyle bir karar alıp uygulama yetkileri de yok. Organize şekilde hareket edilmiştir” beyanı da adliyenin tozlu raflarına kaldırıldı.
Hukukun adalet anlamına gelmediğini çok erken yaşlarda öğrendiğimiz bir memlekette büyüdük, şimdi artık o burjuva hukukunun da form değiştirdiği başka bir kaosun içerisindeyiz. Ama her ne kadar dönemsel siyasetler değişiyor gibi gözükse de “esasın” hiç değişmediği, mahkeme kayıtlarıyla sabit. (AS)