Esra Kılıç – 28 Mayıs 2019
Mahkeme : Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi
Dosya No : 2014/367
Dört asker ve beş köy korucusunun JİTEM adlı oluşumun faaliyetleri kapsamında 90’lı yıllarda Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 22 kişiyi zorla kaybetme veya hukuk dışı infaz etme iddiasıyla yargılandığı Kızıltepe JİTEM Davası’nın 17. duruşması, 28 Mayıs 2019 tarihinde Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Bekleme Salonu, Duruşma Salonunun Genel Görünümü ve Duruşmaya Katılım
Hem duruşmadan önce hem de duruşma sırasında, Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi duruşma salonunun bulunduğu koridor, o gün görülecek başka duruşmaların bekleyenleri ve resmi giyimli polis memurları nedeniyle oldukça kalabalıktı.
Duruşma başlamadan önce, katılan vekili Av. Senem Doğanoğlu, Anadolu Ajansı’nın sorularını cevaplıyordu.
Duruşma saati 11:30 olarak belirlenmiş olmasına rağmen, mübaşirin tarafları duruşma salonuna davet etmesi saat 12:00’yi buldu.
Duruşma salonunda izleyici sıralarında bir Mezopotamya Ajansı muhabiri, iki Anadolu Ajansı Muhabiri ve izleyici olarak 20 kişi bulunuyordu.
Heyet Başkanı değişmiş, yerine gelen Yaşar Sezikli ve üyeler Türkan Merdiven ve Derya Doğan ile savcı Mehmet Hanifi Yıldırım yerlerini almıştı.
Sanık Mehmet Salih Kılınçaslan başka suçtan hükümlü olduğu için cezaevinden SEGBİS ile salona bağlanmıştı.
Duruşmaya sanıklar İsmet Kandemir, Abdurrahman Kurğa ve Ramazan Çetin müdafii Av. Hasan Ayrancı; Ahmet Boncuk müdafii Av. Hüseyin Özarslan; Eşref Hatipoğlu müdafii Av. Mehmet Eren Turan ile katılan Esra Alabalık ve bir kısım katılanlar vekili Av. Senem Doğanoğlu ve tüm katılanlar vekili Av. Erdal Kuzu katıldı.
Mübaşir izleyici sıralarını gezerek gazetecilerin bilgisayarlarını kapatmalarını istedi. Cep telefonlarının kapatılmasının da Başkanın emri olduğunu söyledi. Mezopotamya Ajansı muhabiri telefonuyla duruşmaya dair not almaya çalışırken, Başkan mübaşire, “telefon gördüğünü dışarı at,” talimatını verdi. Mübaşir gazeteciye dışarı çıkmasını söyleyince, gazeteci telefonunu kapatıp kaldırdı. Fakat bu kez de Anadolu Ajansı muhabiri bilgisayarını kaldırmakta diretti. Diğer muhabir, “bu başkan tek mahkeme kendisi sanıyor, adliyede tüm mahkemelerde bilgisayarla girip haber yapıyoruz, tavırları çok kötü,” şeklinde yakınsa da bilgisayarını kaldırmak zorunda kaldı. Gazeteciler duruşmayı defterlerine not etmek durumunda kaldı.
Duruşmaya Dair
Gazetecileri ve telefonu elinde olan izleyicileri duruşma salonundan çıkarma tartışması devam ettiği esnada, bir taraftan zabıt kâtibi duruşmaya gelen tarafları tutanağa geçiriyordu; diğer taraftan geçen celse Nurettin Yalçınkaya’nın boşanma dosyasıyla ile ilgili beyanda bulunmak için süre isteyen Sanık Ahmet Boncuk da müdafii beyanlarını sunmak için söz almıştı. Sesler duruşma salonunda birbirine karışmış vaziyette idi.
Sanık Ahmet Boncuk müdafi beyanında, dosyayı incelediğini; boşanma kararının davalı Nurettin Yalçınkaya’ya bizzat tebliğ edildiğinin tebligat mazbatasında yazdığını; bunun da maktulün aslında sağ olduğu yönünde en önemli karine olduğunu; tıbbi raporlar ile çelişki hasıl olduğunu; bu nedenle de Nurettin Yalçınkaya ile ilgili karar verilmesine yer olmadığına karar verilmesini talep ettiğini beyan etti.
Başkan katılan vekillerinin esas hakkında beyanlarının alınmasına geçti ve Av. Erdal Kuzu’ya söz verirken; “mütalaadan önce süre istemiştiniz, beyanınız uzun olacak herhâlde yazılı vermediğinize göre,” dedi. Kuzu cevaben, beyanlarının uzun olacağını ve SEGBİS ile kayda alınmasını istedi.
Av. Erdal Kuzun esas hakkında beyanında; “ Bizim daha önce sunduğumuz beyanlarımız için heyetiniz ‘bunları mecliste söyleyin,’ demişti. Heyetinizi reddetmiştik, güvenimiz sarsıldığı için, ama red talebimiz kabul edilmemişti. Bizim mahkemenize olan güvensizliğimiz devam ediyor. Bu dava Mardin’de görülmesi gerekirken buraya sevk edildi, ortada olmayan güvenlik gerekçeleriyle 4 yıldır mahkemeniz yapması gereken yargılamayı yapmadı. Bu 4 yılın 1,5 yılı HSK’dan izinlerle geçti; 1,5 yılı ise Nurettin Yalçınkaya’nın ölüp ölmediğinin araştırılması ile geçti. Bu mahkeme hatta bir celsenin ara kararında Nurettin Yalçınkaya’nın SEGBİS ile bağlanmasına karar verdi. Maktul olan Yusuf Çakar için ailesine ve yakınlarına davaya katılmak isteyip istemediklerinin sorulmasını talep ettik, talebimiz reddedildi. Soruşturma aşamasında dinlenen kamu tanıklarının dinlenmesini talep ettik, talebimiz reddedildi. Şimdi dava yargılama faaliyeti olmaksızın bitirilmeye çalışılıyor. Cezasızlık politikası tam anlamıyla bu davada uygulanıyor. Özellikle sanık avukatlarına cevaben söylüyorum, bu davayı açan iddianameyi yazan savcı Ankara Adliyesi’nde hâlâ görevdedir. Bu da bu davayla ilgili FETÖ üyeleri açtı iddiasını çürütür. Zaten polemik icabıyla ortaya atılmış bir laftı. Esasında bu davanın 90’lı yıllarda açılması, yargılamanın o zaman yapılması gerekirdi. Yakın geçmişimizde sivillere karşı işlenen suçlar, zorla köy boşaltmalar, zorla yerinden edilen köylüler, yargısız infazlara uğrayan insanlar gerçekliğini ortaya koymuştur. İnsanların kemikleri kuyulardan çıkarılmıştır. JİTEM adlı devlet adına çalışan suç şebekesi ortaya çıkmıştır. Bu dava da gerçeklerle yüzleşme davasıydı. Evlerinden polis-asker tarafından gözaltına alınan Nejdet ve Nurettin Yalçınkaya’nın cesetleri 2008 yılında su kuyusunda bulundu. Zeki Alabalık, Zübeyir Birlik, Kemal Birlik, Abdülbaki Birlik, Şeyhmus Kaban, Memduh Demir, bu kişilerin hepsinin öldürüldüğünü savcılar açıkça ortaya koydu. İddianamede Jitem’in suç örgütü olduğu anlatıldı ve varlığı netleşti. Biz bu yüzleşme davasında yargılamanın adil bir şekilde yapılmasını talep ettik. Kamu görevlileri ya da devlet adına hareket edenlerin yargılandığı davalarda cezasızlık politikasının tamamını gördük. Cezasızlık politikası hedefine ulaştı. Fakat bu devlet tarafından gözaltına alınıp öldürüldükleri gerçeğini değiştirmeyecektir. Tek amacımız, sizin, meslektaşınız savcılar tarafından tespit edilen suçların üzerine hüküm kuracak cesaretli yargıçlar olmanız. Türkiye’deki yüzleşmeye katkıda bulunmanız. Abdülvahap Ateş sivil bir kişiydi. Yargısız infaz edildi. Hatta örgüt üyesidir diye öldüren kişi ödül almıştı. Sanıkların suçları işlediğinden şüphe yok. PKK ile mücadele adı altında faaliyet yürüten yasa dışı başka bir terör örgütü yaratıldı. 95 yılında açılan kök dosyada dahi, o dönemin korku ortamına rağmen anlatılanlar gerçeğe uygundu. Zulmün yaşandığı tespit edilmiştir. Bu suçları işleyen kişilerin de adalete uygun bir ceza ile cezalandırılmalarını istiyoruz. Heyetinizin taşın altına elini koyması lazım. Bu kişiler kamu sıfatına sahip olmasaydı nasıl yargılama yapılacaktı, her şey farklı olacaktı. Döneme göre değişen siyaset politikaları engel oluyor. Sanıklar bellidir, JİTEM örgütü ortadadır. Meclis raporları nettir. İddianamedeki sevk maddeleri dahilinde cezalandırılmaları gerekir. Nurettin Yalçınkaya’nın cesedi bulundu. Bizzat soruşturma savcısı takibini yaptı. Cenaze teslim edildi. Ama 1,5 yıldır araştırma yapılıyor. Vereceğinizi karar tarihi bir karar olacak. Ya cezasızlık politikasına devam diyeceksiniz ya da bu işe bir dur diyeceksiniz. Bu gerçekliği görmezden gelemezsiniz. Acılarımız ortak, birlikte yaşıyoruz. Cumartesi annelerinin 25 yıllık mücadelesi bu davayı bu noktaya getirdi. Yürekli savcıların mücadelesi bu davayı bu noktaya getirdi. Sıra yürekli hakimlerde. Her bir cinayet devletin zulmüdür. “
Başkan araya girdi; “ devletin zulmü demeyelim avukat bey, devlet adına yapılan suçlar diyebilirsiniz. Daha önce de bu konuda uyarmıştım. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, olmaz,” dedi. Başkanın sert tavırları dikkat çekiciydi.
Av. Erdal Kuzu devam etti; “ Devlet bir organizasyon olarak bunları yaptı. Bakın aynı gün 7 kişi öldürüldü, aynı silahla. Yusuf Çakar öldürüldü, aynı sanık Yusuf Tunç’un kaybedilmesinde rol alıyor. Tanık anlatımları, resmi tutanaklar bunları görmezden gelmek mümkün değil. Biz çıkardığımız her bir kemiğin bir zulmün sonucu olduğunu biliyoruz. Bu nasıl bir duygu bilir misiniz? Anlayabilir misiniz? Annelerin artık tek isteği evlatlarının cesetlerini bulmaktı. Biz oralardan geldik. Bu bir savaştı ve sivillere karşı uygulandı. Eşref Hatipoğlu’nun Lice dosyasında da sanık olması bir tesadüf mü? Son kez söylüyorum, iddianameyi hazırlayan savcı görevinin başında, soruşturma savcısı İstanbul Adliyesi’nde görevinin başında. Ne demek istediğim anlaşıldı sanırım. Tüm sanıkların cezalandırılmasını talep ediyorum,” dedi.
Av. Senem Doğanoğlu esas hakkında beyanında; “Biz burada bir yokluğun yargılamasını yapmaya çalıştık. Nurettin Yalçınkaya ve JİTEM’in inkarı aslında yokluktu. Halbuki cenaze ortadaydı. Bu dava Ankara’ya geldikten sonra zamanı yitirdik. Devlet olma, iktidar adına suç işleme bir veri. Zorla kaybetme ve yargısız infaz davalarıyla ilgili AİHM kararları bir veri ve bunlara bakmamız lazım. Çok teknik usuller var. Yargısız infaz davalarının tüm dünyaya armağan ettiği ilkeler bunlar. Soruşturma nasıl yürütülmeli, soruşturma ilkeleri nelerdir? 92 yılında ilk cinayet işlenmiş, Yusuf Çakar. Fakat Yusuf Çakar’ın aile üyelerine katılan olmaları için ulaşılması talebimiz reddedildi. Olay yeri inceleme, otopsi, Ohal sözkonusu. JİTEM, MİT, TSK, Emniyet hepsi alanda aktif. Delil elde etme yöntemi gereği ellerinde araçlar mevcut ama yapmadılar. İnfaz izleri her maktulde ortak. Eşref Hatipoğlu, Lice dosyasında da sanık, tarihsel failler bunlar. Jordan Prensipleri ve Minnesota Protokolünü hatırlatmak istiyorum. Tabi bunları AİHM için yani kayıt altına almak için söylüyorum. Bir kişiden gözaltına alındıktan sonra haber alınamıyorsa, gözaltında ölmüşse, ölümünü çevreleyen tüm nedenlerin araştırılması gerekir. Ölüm nedeni, nasıl gerçekleştiği, Jordan Prensiplerine göre ise bu soruşturma hızlı olmalıdır. Deliller hızlı toplanmalıdır. Peki soruşturma makamları ne yaptı sormak istiyorum. Yusuf Tunç’un cenazesi hala kayıptır. Bir kısmı kemiklerden oluşan cenazeler bulundu. Sanık avukatları ‘aileleri teşhis edememiş’ dediler, ama kimse kemiğinden teşhis edilemez değil mi? İnsanlar evlerinden gözaltına alındı. Tanıkları mevcut, erken dönemde bu tanıkların bilgisine ulaşıldı. Çok uzun süre ‘kan davası’ araştırması yapıldı. Yani kan davası argümanıyla bu suçlar aklanmaya çalışıldı. Savcılar daha sonra bu tartışmayı ortadan kaldırdı, kan davası olmadığına dair tutanaklar dosyaya girdi. 92 yılında Ünal Alkan ve Ahmet Boncuk aynı gün aynı silahlarla infaz ettiler. Ekspertiz raporları var. Bunların infaz yöntemi belliydi. Kafaya kurşun sıkarak infaz sonra yol kenarına atıyorlardı. Bu infaz yöntemi Ünal ve Ahmet’in imzasıydı. Ta ki Hasan Atilla Uğur göreve başlayana kadar. Failler bulunamasın, cesetlere ulaşılamasın diye kuyu yöntemi başladı. Eller arkadan bağlanarak, kafaya kurşun ile infaz, sonra kuyuya attılar. Bakın araştırma yapılmadığı için biz bu dokuyu örmek zorunda kalıyoruz. Kuyuya atılma süreci başlıyor. Failler nasıl infaz ettiğine dair izler bıraktılar. Otopsi ve olay yeri incelemeden infaz yöntemi bellidir. Maktuller tanıkların yanından alındı. Ahmet Boncuk’tan sonra köy boşaltmadan önce muhtarlarla toplantılar, aile üyeleri ile konuşmalar… Ama tanıklar dönemin ağırlığına rağmen ifadeler verildi. Neyse ki davanın buraya naklinden önce Kızıltepe’de bu tanıklar mahkemede dinlendi. Örneğin, Belediye şoförü beyanında, ‘Ohal vardı zaten günde 10-15 kimliği belirsiz ceset geliyordu. Başlarda cenaze yapıyorduk ama sonra vazgeçtik elbiseleriyle gömmeye başladık,’ demişti. Bu davada bizim gizli tanığa ihtiyacımız bile yok. Zaten tanıklar her şeyi anlattı. Failleri görmüşlerdi. Ama şimdi failler JİTEM’i duymadık diyorlar. Bu mümkün mü? Bu lüksü nerden buluyorlar. Bu davada maktullerin öldürüldüğü bölge çok dar bir çevredir. Keşif taleplerimiz reddedildi. Ne yazık ki keşif yapma şansımız olmadı. 71 km var bu bölgenin kuzey doğusu ile kuzey batısı arasında. Tüm su kuyuları tespit edilmiş. İnfazlar yapılmış. Hakverdi’de, Katarlı’da, Kengerli’de, bu köylerde infazlar yapılmış. Askeri haritalar vardır mutlaka, bir coğrafya bu kadar lehe kullanılmış. 95 Meclis raporunda Jitem’in varlığını tartışmıyor bile, var olduğu kabul edilmiş, tanıklar da yeteri kadar anlatmıştır. Eşref Hatipoğlu’nun mesela imzası sansasyonel, helikopterden atma gibi. Bu kadar ceset var, bu kadar delil bıraktılar, bunlara rağmen bu aşamadayız. Fakat biz cesaret talep etmiyoruz. Emsal içtihatlara uymanız yeterli. Konuyu siyasi olmaktan çıkaramayız elbet, fakat kasten öldürme suçunda uyguladığınız ilkeleri bile uygulasanız cezalandırmaya yeterli,” dedi.
Katılan vekillerinin beyanlarından sonra savcıdan mütalaası soruldu. Dosya savcıya 2 celse önce mütalaa hazırlaması için gönderilmişti. Savcı mütalaa için bu celse hazır olduğunu belirtti ve yazılı mütalaayı okumaya başladı. Tüm sanıklar için istenilen cezalar eski Ceza Kanunu dönemine dair suçlar olduğundan 10 ve 20 yıllık zaman aşımı süreleri nedeniyle düşme talep etti. Ayrıca bir kısım sanıklar bakımından ‘müsnet eylemlerin gerçekleştiği sabit olmadığından’ ya da ‘suç unsuru bulunmadığından’ beraat talep etti. Nurettin Yalçınkaya’nın ise ölümü kesin olmadığından karar verilmesine yer olmadığına karar verilmesini talep etti.
Sanık avukatları mütalaaya karşı derhal beyanda bulunabileceklerini söylemelerine rağmen, SEGBİS kaydı nedeniyle ancak bir sonraki celse mütalaaya karşı beyanda bulunabilecekler.
Ara kararların yazımına geçilirken duruşma günü konusunda tartışma yaşandı. Heyet Temmuz ayına duruşma günü vermek istedi, Av. Erdal Kuzu ise zaten müvekkillerinin mağdur olduğunu, bu kadar sık aralıklarla Mardin’den gelip gitmesinin maliyeti olduğunu, bu nedenle ileri bir tarihe verilmesini istedi. Sanık avukatları ise ısrarla Temmuz ayına verilmesini ‘bu davada hep katılanların dediği oluyor, savunma hazırlayacak olan biziz, katılan avukatları gelmese bile olur, onlara göre duruşma gününün ayarlanması uygun değildir,’ gerekçeleriyle tartıştılar. Kısa bir süre sesler yükseldi fakat nihayetinde duruşma günü katılan avukatlarının talebi gibi ileri bir tarihe verildi.
Bu esnada savcı ile Av. Senem Doğanoğlu tartışıyordu. Av. Senem Doğanoğlu, Nurettin Yalçınkaya’nın kemiklerinin Adli Tıp tarafından %98 kesinliğinde tespit edildiğini, cenazenin aileye teslim edildiğini söylerken, savcı ise “ama avukat hanım boşanma kararını bizzat tebliğ almış yazıyor,” dedi. Av. Senem Doğanoğlu; “yapmayın hepimiz biliyoruz postacıların nasıl çalıştığını, Allah bilir kim imzalamıştır. Hepimiz bu boşanma davalarında tebligatların nasıl usulsüz yapıldığını biliyoruz.” derken savcı ise “ben bilmem bizzat tebliğ edilmiş yazıyor,” diye söyleniyordu.
ARA KARARLAR
- Sanık müdafilerine esasa ilişkin savunmalarını sunmaları için 15 gün süre verilmesine,
- Bir sonraki duruşmanın 9 Eylül 2019 günü, saat 10:00’a ertelenmesine karar verildi.
Duruşma Sonrası
Katılan vekilleri oldukça gergin bir şekilde duruşma salonundan çıktıklarında Av. Erdal Kuzu’nun duruşma hakkında değerlendirmeleri şunlardı:
“Nurettin Yalçınkaya, 95 yılında kardeşi Necat Yalçınkaya ile beraber askeri üniformalı kişiler tarafından gözaltına alındı. Her ikisine ait kemikler 2008 yılında Kızıltepe’ye bağlı Katarlı Köyü’nde açtırılan bir su kuyusunda bulundu. 2013 yılında ailelerden alınan kan örnekleri ile bulunan kemikler üzerinde İstanbul Adli Tıp Kurumu (ATK) tarafından yapılan karşılaştırma sonucu her ikisinin de, Yalçınkaya kardeşlerin, kimlikleri tespit edildi. Buna rağmen kovuşturma aşamasında Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi bir buçuk yıldan beri Nurettin Yalçınkaya’nın eşinin 2011 yılında açmış olduğu boşanma davasının altında imza bulunduğu gerekçesiyle Nurettin Yalçınkaya’nın yaşayıp yaşamadığının araştırmasını yapıyor. Bugünki duruşmada ise savcı, Yalçınkaya’nın ölümünün net olarak tespit edilmediğinden dolayı sanıklara ceza verilmesine yer olmadığına dair karar verilmesi talebinde bulundu. Bu, yargılanmanın gayri ciddiliğini ortaya koyuyor. Devletin kendi kurumlarının yaptığı tespiti reddediyorlar. Nurettin Yalçınkaya’nın cenazesi 2013 yılında ailesine teslim edildi. Resmi formaliteler yerine getirildi. İstanbul’da bilinen mezarlıkta numaralandırılmak suretiyle gömüldü. Aile taziyesini açtı ve bütün bunlar basın tarafından takip edildi. Türkiye kamuoyu da bunu biliyor. Sanıkları koruma, aklama ve gerçekliğin üzerini kapatmaya dönük tutumun bir devamıdır bu. Ölü olduğu tespit edilen, cenazesi mezarı olan bir insanı SEGBİS ile mahkemeye bağlamaya çalışan bir mahkeme tutumundan bahsediyorum. Daha da ötesi olabileceğini düşünmüyorum.
Buradaki savcıların ve hâkimlerin hiçbiri gerçekleri tespit edebilecek cesarete sahip değil. Bir bütün halinde devlet organizması devletin işlediği suçları aklamaya çalışıyor. Gelinen noktada maktullerin hepsinin kimliğinin Kürt olmuş olması faktördür. Sanıkların alenen mahkemede ‘biz bunları devlet adına yaptık’ demeleri faktördür. Dolayısıyla bir bütün halinde devlet organizması bu devletin işlemiş olduğu suçları aklamaya çalışıyor. Mütalaa da bunun bir örneğidir. Nurettin Yalçınkaya meselesi trajiktir. Devlet adına suç işleyenleri koruma ve aklama zihniyetinin yeni değil, devletin kuruluşundan itibaren yürütülen bir politika bu. İstiklal Mahkemeleri’nde suç işleyenler böyledir. 1960 yıllardaki devrimcileri idama götüren kişileri aklama yine böyledir. 1980’li yıllarda suç işleyenleri aklama yine böyledir. 1990’lı yıllarda yoğun olarak bölgede Kürtlere yapılan ayrımcılık, her türlü yargısız infaz ve işkencecilere ilişkin davalarda izlenen yöntem budur. Bugün Kızıltepe JİTEM Davası’nda işlenen tutum yine budur.
Davanın iddianamesini hazırlayan savcının cesaretinden söz etmek de gerekir. Jitem’i tüm yönleriyle ortaya koyuyor, çok geniş delillere dayanıyor. Resmi devlet belgelerine, tanık beyanlarınla dayanıyor. Gözaltına alınıp, kaybedilen insanları kuyularda bulmamız aslında o gerçekliğin somutlaşması haline geldi. Fakat devletin suç işleyemeyeceği ya da suç işlese dahi bunun korunması gerekir zihniyeti, bugünki duruşmaya da yansımış bir zihniyettir. Cezasızlık politikasının devletteki yansımasının göstergesidir. Bakış açısı maktulün hakkı çerçevesinde değildir, mağdura uygulanan zulmün ortaya konulması ve buna ceza verilmesi çerçevesinde değildir, tamamen devletin kutsallığı üzerinden geliştirilen bir zihniyettir bu, bu zihniyetin de bu ülkeden kolay kolay yıkılması mümkün değildir. Faillere ceza verilmediği için hala aynı yöntemler devam ediyor.
Yargılama sonucu ne olursa olsun gözaltı, yargısız infaz ve köy boşaltma gerçeği bütün çıplaklığıyla ortadadır. Adıyaman’da devam eden ‘Dargeçit JİTEM’ dosyasıyla birlikteliği çok net olarak ortaya konmasına rağmen, her iki davayı birleştirmekten kaçınılması, defalarca buna ilişkin ret kararının verilmesi, devletin kendi işlemiş olduğu suçların açığa çıkarılmasından korktuğunu ve bunun üstünün yargı yoluyla kapatmak istediğini ortaya koyuyor. Fakat bizim ve aileler açısından devletin suç işlediği gerçeği gizlenemez,” dedi.