Her şey birarada düşünüldüğünde de, mantık sınırlarını zorlayan, karmaşık bir tiyatro beliriyor karşımızda; bu kadarını da yazıp oynamış olabilirler mi? Hayır diyemiyoruz…
Değerli insanlarını kaybettiğinde ne kaybettiğini anlamayan bir topluma neyin eksildiğini anlatamazsınız. Değerli insanlarıyla beraber neleri kaybettiğini anlamaya anlamaya, bırakın cevabı, soruyu bile unutmuş insanlara soru sorduramazsınız. Her insan, bir gezegen; içinde enerji, üzerinde hayat, etrafında atmosfer var. Kendi atmosferi var. Sizinkine değiyor. Başkalarınınkini itiyor çekiyor. O insan eksildi mi, bir gezegen eksiliyor. Hayat seyreliyor, azalıyor, daralıyor, sığlaşıyor.
İyi insanlar eksildiğinde hayat daralır. Bundan ötürü ruhumuz sıkışır.
Zorbalar yok olunca hayat genişler. Kötü ruhlular eksilince hayat ferahlar.
İyi ve değerli insanları durduk yerde, “amansız” hastalıktan, önlenemez kazadan dolayı kaybetmiyorsak, onları hep bildiğimiz birileri, hep bildiğimiz, artık kanıksadığımız alçakça oyunlar tertipleyerek bizden koparıyor, dipsiz kuyulara atıyorsa, her şey daha bir daralıyor, daha bir sıkışıyor.
Tahir Elçi’nin ardından, söylenmemiş ne söyleyebilirim? O da bu topluma en çok lazım olan insanlardandı. Hep beraber daha güzel yaşayabilelim diye ömrünü insan hakları mücadelesine adadı. İyiydi, cesurdu. Böyle insanların eksikliğini tarif edemezsiniz. Yoklukları hep hissedilir, özlemleri hep çekilir.
Olayın “anlamı” konusunda da, iki gündür çokça paylaşılan bir fotoğraf, hiçbirimize diyecek laf bırakmadı. Özellikle her konuda haklı ve doğuştan ayrıcalıklı büyükşehir Türk ahalisine seslenmek isterim: Meral Danış Beştaş, Selahattin Demirtaş ve Ahmet Türk’ün, son yüz yılın Kürt tarihinin damıtılmış hikâyesini okuyabileceğiniz yüzlerine bakın, bakın ve Kürt sorunuydu, terördü, HDP’ydi, bölünme-bölünmemeydi… hepsi hakkında şimdiye kadarki atıp tutmalarınızı bir gözden geçirin. Mümkünse de, hiç değilse iki dakikalığına, başınızı öne eğin. (Fotoğrafı internette arayınca hemen bulacağınızı sanıyorum; bulamazsınız, ben de blog’a koymuştum, riyatabirleri.blogspot.com.tr‘den bakabilirsiniz. Bu fotoğrafı çekenin adına bir türlü ulaşamadım, bu vesileyle buradan tekrar duyurayım, lütfen bilen varsa iletsin.)
Şunu itiraf etmek isterim, değerli okurlar: Şu anda bu yazıyı, yazmak zorunda olduğum için yazıyorum. Öldürülen insanlarımızın ardından söyleyebilme, yazabilme takatimi belki de artık tükettim. Kalmadı. Olabilir. Demirtaş, “Morglarda, mezarlıklarda büyüdük,” demiş. Kürtlerin çektiklerini hernekadar her zaman iliklerimde, göğsümde, kalbimde hissetiysem de, bizzat çekmedim. Ama niyeyse bana da oralarda büyüdüm gibi geliyor. Farkım, şu an için, ölenle ölmekten daha iyi bir yol tasavvur edemiyorum.
Yazan-çizen, film vs. yapan insanların büyük acılara karşı kendini savunma yolları vardır. Araştırırsın, derlersin, kurarsın, inşa edersin, ifade edersin… kısaca, kaybı telafi edemeyeceğin fikrinden ve hissinden uzaklaşmak için, kaybı anlatmaya girişirsin. Acılar biriktikçe, acımasızlık türlü kılıklar altında, her seferinde yenilenerek, aynı yüzsüzlükle karşına çıktıkça, bu savunma mekanizması da teklemeye başlıyor, giderek işe yaramaz hale geliyormuş.
Tahir Elçi’nin öldürülüşüne ilişkin -pek tuhaf- görüntüleri incelemeye girişeyim dedim, kendimi memnun edecek kadar dahi yapamadım. Herhalde sağlıklı düşünemediğim için, anlayamadım. O taksi neden kendi kendine duruyor orada? Durmasını kim nasıl söylemiş? Etrafta belli ki hiçbir özel tertibat almamış polisler, onun duracağını nereden biliyor da yanına gidiyorlar? Nasıl öyle rahat rahat gidip, gezmeye çıkmak üzere bineceklermiş gibi açıyorlar arabanın kapılarını? İçeride silahlı birileri olamaz mı? Kimi arıyorlar ki?
Sorularım doğru mu, emin değilim. Haykıran bir kızın görüntüsü araya giriyor. “Bavo, ez bimrim!” (“Baba, ben öleyim!”) diyor. Buğulanıyor her şey. Buğunun arasından, deli gibi koşan iki genç adam görüyorum. Birinin elinde bir tabanca; fakat niye namlusundan tutuyor? Birilerine bir işaret mi bu? Ateş eden sivil polisin yanından koşuyor; o polis ona niye dokunmuyor? Karambolden ötürü mü? Aynı polis, birkaç metre geriden gelen ikinci gence bir sürü mermi sıkıyor; nasıl yaralanmıyor delikanlı? Üzerinden sekip geri mi geliyor mermiler, yoksa gözyaşlarının bozduğu görüşüm bana oyun mu oynuyor? Vurulup vurulup yaralanmayan kurşun işlemez adam, elindeki tabancayı kaldırıp polise atıyor; niye? Mermisi kalmamış, bari onu bir an sersemletirim de kaçarım diye mi? Bu hareketiyle silahı kalmadığını belli edince, polisin de iki adım atıp bir çelme takarak onu düşürmesi en güçlü ihtimal değil mi peki? Bu neden olmuyor?
Bir bakıyorum ki, son video da kaçıncı defa oynamış bitmiş, ben öyle biryerlere bakıyorum; nereye? İnternetin derinliklerinde karanlık biryerlere. Çünkü Türkan Elçi’nin dediklerini duymak istemiyorum. “Yurtdışı yasağın kalktı” diye sesleniyor eşine, “özgürsün artık!” Kulaklarımı kapatıp kaçabilir miyim? Oğlanın sessizliği patlıyor kulağımda. Kaç insanı eşsiz bıraktılar, kaç insanı anasız, babasız, evlatsız? İMC’de Meral Danış Beştaş konuştu. Arkadaşını kaybetmiş insan nasıl konuşursa öyle. Diyarbakır Barosu Genel Sekreteri Abdullah Çağer konuştu. Ağlıyor gibiydiler ikisi de; ama biz görmüyorduk. Ayrıntılar anlattılar. Çok şaibeli, şüpheli şeyler. Anlatabildiler; çünkü morglarda, mezarlıklarda büyümek… Tek mermi var, bulunması gereken; ve bulunmuyor. Olay yeri incelemesi yapılamıyor. Çatışma var güya. Var mı? İlk defa yazıya çıkmış yeni yetme iştahıyla duvarlara kurdun dişine, Türk’ün gücüne dair edebiyat parçalayan devlet oraya gidip olay yeri incelemesi yapamıyor. Kimdi o koşanlar? Daracık bir sokakta, kendilerine ateş eden silahlı üç-dört sivil polisin arasından nasıl sıyrılıp gittiler? Niye namlusundan tutuyordu silahı? Öbürü niye polise attı tabancayı? Polisin mermileri koşan adama nasıl işlemedi? Taksi neden ve nasıl orada durdu? Niye o kadar rahat gitti o polisler arabaya?
Belki de bunların hepsinin açıklaması vardır. Çünkü her şey birarada düşünüldüğünde de, mantık sınırlarını zorlayan, karmaşık bir tiyatro beliriyor karşımızda; bu kadarını da yazıp oynamış olabilirler mi?
Hayır diyemiyoruz. Çünkü hem yukarıdaki bir sürü soru var hem de, evet, hepimiz morglarda, mezarlıklarda büyümedik, ama oralardan gelen ah sesleriyle eğitildik. Bu iyi insanın öldürülmesine giden yolu kimlerin hangi taşlarla, nasıl döşediğini bir de burada ben tekrarlamayayım. Bir zahmet yazının başlığına bakıverin tekrar. İktidar propaganda aygıtının performansı cinayet sonrasında bile sürüyor. Tahir Elçi gibi biri öldürüldüğünde önce kimden, neden şüpheleneceğimiz bellidir.
Kimlerden nefret edeceğimiz de bellidir. Belki de hepsi biraraya geldi, iyi oldu. Duvara “Kızlar, geldik! TC burada!” yazıp üç hilal çizen faşistle, “Su testisi su yolunda kırılır” diyen İslâmcı birbirlerine yakıştılar; Allah mesut etsin. (Bu tweet’i atıp sonra silen Ahmet Akgündüz adlı şahıs, Yaşar Kemal’in hayatında o koca yürekli iyi adama “rahmet dilemek için sebep bulamadığını” yazmıştı, Yaşar Abi’yi kaybettiğimiz gün.)