BELMA AKÇURA
Önce bir saptama: Türkiye’de merkez basın sadece darbeleri meşrulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda hemen her dönem siyasallaşan darbe hukukunun, iktidarların aracı haline gelmesine de sessiz kalmıştır. Bu nedenle Türkiye’de çoğu dava hukukî açıdan değil, siyasî-ideolojik açıdan da sorunlu bir alana işaret etmekte ve sonuç olarak adaletin meşruluğu sorgulanmaktadır.
Öyle ki; neredeyse hemen her davada, gerçek suçlularla masumların birbirine karıştırılıp karıştırılmadığı, bazı isimlerin üzerinin örtülüp örtülmediği yönündeki tartışmalar, kamuoyunda darbeci zihniyeti yargılayan Ergenekon ve Balyoz 12 Eylül gibi davaların bile konusu olmuştur. Basın bu davaların takipçisi gibi görünse de yarattığı algıyla toplumu ‘çatışarak bölünen, nefretle bilenen’ bir atmosfere sürüklemekte ve sonuçta hepimizin kaybettiği vahim sonuçlara yol açmaktadır.
12 Eylül’de Türk Basını
33 yıl öncesine gidelim. 12 Eylül darbesinden hemen sonra Orgeneral Kenan Evren “Bu, tarih kitaplarındaki bir darbe değildir. Cumhuriyeti koruma ve kollama harekâtıdır.” diye basına açıklamalar yaparken; Türk basını darbecilerin yeni bir anayasayla anarşi ve terörü önleyecek, yargı organlarını kuvvetlendirecek kanunlar hazırladığına kamuoyunu ikna etmeye çalışıyordu. Darbecilerin daha ilk günden gerçekte yargıyı en hukuksuz şekilde ıslah etmeye değil, hizaya sokmaya başlamış oldukları ise görmezden gelinecekti.
Basının o dönemde yok saydığı ve görmezden geldiği darbenin bütün ülke geneline yayılmış hukuksuzluğunu yıllar sonra 12 Eylül döneminde Samsun Kavak ilçesinde görev yapan hâkim Mehmet Tural’dan dinlediğimde bir gazeteci olarak çok utandığımı belirtmeliyim.
Tural: “Darbeden dört gün sonra 16 Eylül 1980 gününe ait İlçe Jandarma Komutanlığı’ndan gelen bir yazıyla irkildim. Asker “Sanık kimliklerinin bildirilmesi hakkında…” son derece vahim bir talepte bulunuyordu. Resmi yazıda aynen şöyle diyordu”:
“Milli Güvenlik Konseyi’nce bütün yurtta 12.09.1980 tarihinden itibaren sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bugüne kadar mahkemeye intikal edip delil kifayetsizliğinden sanıkları hakkında karar verilemeyen toplum olayları, siyasi maksatla icra edilmiş toplantı ve mitingler, sabotaj ve tehdit olayları sanıklarının kimliklerinin bildirilmesini arz ederim. İmza… Ahmet Lelik … Jandarma Astsubay Başçavuş İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı”.
Hakim Mehmet Tural 19 Eylül 1980’de bu yazıya cevaben “Bugüne kadar mahkemeye intikal etmiş ve sanıkları hakkında karar verilemeyen toplum olayları ve siyasi amaçla toplantı ve gösteri, sabotaj ve tehdit olayları sanıklarının kimliklerinin bildirilmesi istenmiş ise de istenilen bilgilerin verilmesi uygun görülmemiştir” diyecekti.
Ancak özellikle Diyarbakır’da savcıları ve hakimleri orduevinde toplayarak ‘Ülke elden gidiyor, hukuku unutacaksınız’ diyen darbecilerin baskısına boyun eğen hukukçular da oldu. Sorguda işkence sonucu ölenler hakkında ‘normal ölüm’ raporları hazırlanması için doktorlar baskı altına alınırken, hâkimler de kürsüden indirildi, odaları basıldı. Bu yüzden binlerce insan gözaltına alındı, işkence gördü, öldürüldü, haksız yere son derece ağır cezalara çarptırıldı. Bunları haberleştiren gazeteler kapatıldı, gazeteciler hapse atıldı, işten çıkarıldı. Basının o günlerde görmediği, yayımlayamadığı, anlatamadığı gerçekler yıllar içerisinde mağdurların ifadeleriyle kamuoyunda yer buldu ve bu gerçekler o dönemde yaşananları haber yapamayan çok sayıda gazetecinin kitabının konusu oldu.
12 Eylül Referandumuyla Bölünen Basın
30 yıl sonra 12 Eylül 2010’da ülkeyi neredeyse ikiye bölen referandumunun ana konusu Anayasa Mahkemesi ile HSYK’nın yapılarını değiştirecek maddeler değildi sadece. Bu referandum, aynı zamanda 12 Eylül 1980 askeri rejimiyle hesaplaşma anlamına da geldiği içindir ki; 12 Eylülden birinci derecede mağdur olmuş Kürtlerin, solcuların ve hatta ülkücülerin bile desteğini kazanmıştı.
Türk basınınında 12 Eylül rejimini ve anayasasını itirazsız kabullenenlerin hiçbir özeleştiri girişiminde bulunmadan, referanduma “hayır’ diyenleri “darbeci” olmakla itham ederken, ‘hayır’ diyenlerin de ‘yetmez ama evet’ diyenleri Ak Parti hükümetinin yaptıklarından sorumlu tutması bu nedenle trajiktir. Çünkü gelinen nokta açısından bu ülkenin hukukunu bilenler için 90 yılın özeti gerçekte hiç değişmedi. Bu ülkenin hukuku hemen her dönemde demokrasi, özgürlük, bağımsızlık ve adalet gibi kavramlara alabildiğine uzak, bir o kadar da yabancı oldu. Dolayısıyla cumhuriyetin 90 yıllık geçmişiyle, 12 yıllık Ak Parti iktidarının mevcudiyeti arasında yaşanan anlaşmazlıklar, insanları ikisi arasında ideolojik tercih yapmak zorunda bıraksa da hiçbiri bu sonucu değiştiremiyor. Aksine yine hep beraber kaybettik, kaybediyoruz.
***
Bugün 12 Eylül 1980 tarihinde gerçekleştirilen askeri darbenin hayatta kalan sorumlularından 7. Cumhurbaşkanı ve dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya yargılanıyor. 4 Nisan 2012 tarihinde 12. Ağır Ceza Mahkemesinde açılan davada iki sanık anayasal düzeni ortadan kaldırdıkları gerekçesiyle yargılanıyor.
Daha başında bu davanın göstermelik bir dava olduğunu söyleyenler haklı çıktı. Birincisi, sanıklar yaş durumu ve sağlık gerekçesiyle mahkemeye getirilmedi. Davanın ilk duruşmasında salon 60 müdahil avukatın ve mağdur yakınlarının katılımıyla dolunca hakimin ayakta kalanlara sanık koltuğuna oturmalarını teklif edebilmesi davanın daha başında trajikomik bir hikayeye doğru yol alınacağının da işaretlerini vermişti.
İkinci işaret ise darbe planlarının ‘devlet sırrı’ olduğu gerekçesiyle, 12 Eylül belgeleri üzerindeki gizlilik kararının kaldırılmamasıydı.
Üçüncü işaret olarak da 22 Kasım 2012 tarihli 11. celsenin tutanaklarını sayabiliriz. Sadece sorular üzerine kurulu olan tutanaklarda sanık Kenan Evren kendisine sorulan bütün soruları ‘Cevap yok’ diyerek yanıtsız bırakmıştı. Örneğin müdahil avukatı Hasan Ürel, sanıklardan Kenan Evren’e “Basında yer alan demecinizde, Abdi İpekçi’nin öldürülmesine üzüldüğünüzü belirttiniz. Üzülmenizin nedeni nedir? Cevap verecek misiniz?” diye soruyor. Evren, “Hayır, cevap yok” diyor. Evren, evinin önünde öldürülen Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz’ün öldürülmesine ilişkin müdahil avukatların sorularına da cevap vermiyor. Evren’in sorular karşısında sessiz kalması üzerine avukatlar sık sık “Duyuyor musunuz?” diye sesleniyor, Evren ise “Evet duyuyorum” şeklinde yanıt veriyor. Avukat Ömer Kavili de Tahsin Şahinkaya’ya yüzlerce soru yöneltiyor. Darbeden mal varlığına kadar video-konferans yöntemiyle sorulan soruların hiçbirine yanıt alınamıyor.
“Basın, toplanan belge ve bilgileri kamuoyuna bütünüyle yansıtamadı”
“Dava ciddi bir iştir, dava her ne şekilde açılmış olursa olsun ‘açılmış bir davada bizlerin yapabileceği bir şeyler olmalıdır’ diyerek duruşmalara giren müdahil avukatlarından Ömer Kavili’ye “Bu dava kamuoyunun beklentisine yanıt verebilecek mi?” diye soruyorum. Kavili davanın iddianamesinin zayıf ve somut olay suçlamalarından uzakta olma niteliğinde olduğunu hatırlatarak “Biz katılanların avukatları olarak ayrıntıları ve özellikle her iki darbeci generalin duruşmaya getirilmesi, ifadelerinin alınması, tarafımızdan sorguya çekilmeleri, yollanmayan delillere el koymak için MİT Müsteşarlığı binasına gitmek gibi birçok sıra dışı etkinlik ve girişimlerde bulunduk. Bu dava başından beri kamuoyunun beklentisi olan “darbecilerin yaptıkları ve yapılmasına emir verdikleri olayların tamamından cezalandırılması yönündeki beklentiyi asla karşılayamaz.” diyor.
12 Eylül 1980 darbesini alkışlayan ama sonrasında yıllarca darbe mağdurlarını haber yapan Türk basınının bu davaya yaklaşımı da farklı değil. 12 Eylül darbesi sadece sokaktaki vatandaşı değil, basını da çok ciddi bir biçimde mağdur etmiş olduğu halde basın bugün açılan 12 Eylül davasına ilgi göstermiyor. Kavili, son bir yıldır basının bu davayla olan ilişkisini de şu sözlerle yorumluyor:
“Darbeci generallerin 12 Eylül 1980 darbesinden büyük eziyet gören basın kuruluşları ve çalışanları bu davaya bir miktar ilgi göstermiş ise de sonradan bu ilgi azalmış durumdadır. Bunda basın emekçilerinin çalışma koşullarının ağır olması ve şeflerinin onları başka alanlara kaydırmış olmasının etkisi vardır. Bir diğer konu ise duruşmaları izleyen basın emekçilerinin adliye koridorlarında topladığı bilgi ve belgelerin kamuoyuna tam olarak yansımamış olmasıdır.”
Basın Berfo Ana’dan sonra davayı takip etmeyi bıraktı
Basının duruşmaya ilk gün yoğun ilgi gösterdiğini, özellikle 32 yıl boyunca gözaltında işkenceli sorgularda öldürülen oğlunu bekleyen “Berfo Ana” ve diğer simgesel isimlerin bunda etkili olduğunu hatırlatan Kavili, “İşkenceli sorgulama anılarını anlatan insanların anlatımları salonda duyguları altüst etmiş ise de bunlar aslında bilinmeyen vakalar değildi. Ancak bilinmesine rağmen herkesin içinde açıkça haykırılmayan hususlardı. Bu vahşi işkence anıları yaşananların yüz binde biri bile değildi. Darbeci generallerin eyleminden zarar gören asıl çoğunluk ağır işkence ve olumsuz yaşam koşulları sonucu ölmüş olanlar, duruşmaya gelip günlerce barınacak koşulları olmayanlar ile davaya ümitsiz bakmaları nedeniyle uzak kalmayı seçmiş olanlardı. Sadece mahkemenin olduğu Ankara ilinde makatına cop sokulan on binlerce insan olmasına karşın adliye binası önünde “olması gereken” ve doğrudan zarar görenlerin yanında doğrudan zarar görmüş olmasa da “ben insan olarak darbeci generallerin yaptıklarını kabul etmiyorum” diyebilecek bir kalabalık yoktu. İnsanlar hep vardı ama az sayıdaydı.”
Basının “göremediği” iki sanık asker
12 Eylül davasının medyada yeterince yer bulmamasının nedenlerinden biri de sanıkların sorulara yanıt vermemesiydi., Oysa sorulan sorular ve sanıkların sorgulanma sürecindeki davranış psikolojisi başlı başına haber değeri taşıyordu. Kavili bu durumu şu sözlerle aktarıyor:
“Sanıkların sorgusu da görülmeye değerdi. Kendi kurdukları sistemin dişlisine kendilerini kaptırmış ve eserlerinin çarkları arasındaydılar; şaşkınlık, eziklik, heybetli durma ve görünme çabaları kısa sürede sona erdi. Özellikle sanık ve general rütbesiyle emekli devlet memuru Ali Tahsin Şahinkaya, sorgusunda yutkundu, tıkandı, sinirden omuzları çöktü. Amerika devletinden alınan savaş uçaklarını kullanacak askeri birlik binalarında kullanılacak fayans, evet fayans malzemesi, askeri sözleşmede açıkça özel bir şirketin adı yazılarak imza edilmişti ve ufak bir ayrıntı. Sanığın halen resmi eşi olan kadın tarafından, o meşhur fayans firmasından sözleşmeden kısa süre önce hisse satın alınmıştı. Nitekim Askeri Darbelerin Asker Muhalifleri Derneği (ADAM-DER) Başkanı ve darbe sırasında o fayans şirketinin güvenliğinde görevli olan üsteğmen rütbeli subay tanıklıklarını anlattı. Üsteğmen Rahmi Yıldırım tabii ki kısa zamanda gözaltına alınmış, işkenceli sorgulardan geçmişti ve şimdi mağdur müdahil ve tanıklık yapıyordu.
Aynı sanığın sorgu sırasında kahve yudumlaması, bizim mahkemeye itirazımız, şaşkınlıkla doğruyu söyleyip kahve içtiğini kabul etmesi, sonra oradakilerin fısıldamasıyla içtiğinin kahve olduğunu inkar edip “sıcak su” demesi salonda gülüşmelere yol açmıştı. Ancak vahim olan sanığın bulunduğu hastane odasının mahkeme salonu sayılması ve yanında bir DGM hakimi varken kahve içtiğini inkar etmesiydi. Ayrıca MİT’ten 1 Mayıs 1977 Taksim Katliamı olayıyla ilgili raporun aslını isteyen mahkemeye MİT hem rapor göndermemiş ve hem de mahkemeye hitaben devlet üslubunda şık olmayan bir yazıyla, “O raporun suretini Genelkurmaya gönderdiklerini, raporun oradan istenmesi gerektiğini” yazabilmişti.
İzmir Barosundan avukat Senih Özay ve İstanbul Barosundan avukat Ömer Kavili bir araya gelip Türkiye tarihinde bir ilki yaptılar ve MİT Arşivine girmek için müsteşarlık binasına gittiler.
“Elbette ki binanın içine bile alınmadık. Bu durum ertesi gün başta MİT amir ve memurları olmak üzere tüm Türkiye’yi ve tabii mahkeme salonundakileri büyük bir şaşkınlığa uğrattı: İki avukat nasıl olur da MİT’in içine girmeye kalkışırdı?! Oysa 2001 yılından beri Avukatlık Kanunu “avukatın delil toplama yetkisini” tanıyordu ve ceza yargılaması suret üzerinden değil, belge aslı üzerinden yapılırdı. Bu yaşanan olay davanın önemli bir kazanımı sayılmalıdır, çünkü devlet memurları yargılamayı istedikleri gibi etkisizleştirme alışkanlığında iken artık buna izin vermeyecek avukatların elinde kanun vardı ve yol açılmış oldu.”