Diyarbakır Barosu Bülteni – Tahir Elçi Özel Sayısı
İnsanın inanmadığı veya inanmak istemediği olaylar vardır. 28 Kasım 2015 günü twitter’da haberlere bakarken “Sur ilçesinde Baro Başkanı ve avukatların katıldığı basın açıklaması tarandı. Avukatlar yaralı” twitini görünce sevgili arkadaşım Tahir’i aradım. Telefonu sü- rekli meşgul çalıyordu. Ben de twitterda haberlere bakmaya ve Tahir’i aramaya devam ettim. Bir-iki dakika sonra “Tahir Elçi yaralandı” diye bir twit düştü ekrana. Artık sabrım kalmamıştı. Tahir’in ortağı Neşet Girasun’u aradım. Onun da telefonu meşguldü. Bu kez ortak arkadaşımız Mehmet Emin Aktar’ı aradım. Emin’in sesi telaşlıydı. “Emin, Tahir vuruldu” diyorlar. ‘’Ne biliyorsun?” deyince: “Ben de şimdi duydum. Hastaneye doğru gidiyorum. İnşallah doğru değildir” dedi. Artık içimdeki telaş iyice su yüzüne çıkmıştı. Telefonu kapatır kapatmaz twittera girip son yazılanlara baktım. Tam o anda “Tahir Elçi öldürüldü” twitini gördüm. İnsanların “başımdan aşağı kaynar sular döküldü” derken ne demek istediklerini o anda anladım.
Takdir edersiniz ki, twitterda her gün birilerinin öldüğü haberlerini okuyoruz ve asılsız çıkıyor. Haberin gerçek olmaması için dua edip arkadaşları aramaya devam ederken Tahir’in ortağı Neşet beni geri aradı. Öyle ağlıyordu ki, bir şey söylemesine gerek kalmamıştı aslında. Ben sadece “Neşet, roste?” (Neşet, doğru mu?) diyebildim. O anda hissettiklerimi anlatacak bir söz bulamıyorum. İlk hissettiğim kan donduran bir şok olmuşluk… İnkar, bağırıp, çağırma, etrafı yıkıp dökme isteği…
Başta dediğim gibi, dağ gibi, sapasağlam arkadaşım, bir anda nasıl ölmüş olabilirdi? İki gün önce Diyarbakır’da sevgili dostumuz Av. Hüseyin Seyyitoğlu’nun cenazesinde beraber oturmuşuz, beraber cenaze namazı kılmışız, yitip gidenlerden bahsetmişiz. Şimdi ben nasıl “Tahir öldü” diyebilirim?
Her şey o kadar hızlı oluyordu ki, hislerim dondu sanki. Telefonların ardı arkası kesilmiyordu. Bölgeden ve pek çok ilden baro başkanları, avukatlar, duyduklarına inanamayan dostlar ardı ardına arıyorlardı. “Doğru mu, Tahir vurulmuş mu?” Tahir vurulmuş! Ne kadar da yan yana gelmesi mümkün olmayan iki kelime, ne kadar da ağza yabancı bir cümle. Bugün bu cümleleri yazarken bile “bu gerçekten oldu mu” diye soruyorum kendime. Tahir’i kim vurmak ister ki? Barış güvercinleri vurulur mu hiç? Vurdular… Gökyüzüne uzanan minarenin altında… Yedi defa altından geçtin mi her dileğin gerçekleşir derlermiş. İnsanlar yaşamın farkına varsın diye ölmeyi dileyen Tahir’in dileği gerçekleşir mi?
Tahir Elçi’yle çocukluğumuzdan beri tanışırız. 1992 yılında Cizre’de büro açtığında paylaşımda bulunmaya başladık. Pek çok kişi Tahir’in stajı biter bitmez Diyarbakır’da büro açtığını sanır. Oysa Tahir kısa süreli de olsa ilk bürosunu Cizre’de açmıştı. Bu süreçte ben henüz Ankara Hukuk’ta öğrenciydim. Cizre’de bulunduğum sırada cezaevinde yatan bir arkadaşımı ziyarete gitmişken Tahir de müvekkili ile görüşmeye gelmişti. O mesleğin başında idealist bir avukat, ben devrimciliği kimselere bırakmayan bir hukuk öğrencisi olunca konuşacak konu çoktu tabii Cezaevi bahçesinde görüş sırasında uzun uzadıya sohbet etmiş, Cizre’nin içinde bulunduğu kaos ortamı, yaşanan ihlaller, hukuksuzluklar, bölgede avukatlık yapmanın zorluğu konularında epey bir konuşmuştuk. Yaşantımızı anlamak ne kadar basit değil mi? Batıda insanlar arkadaşlıkları kafelerde, barlarda kurarlarken bizler cezaevlerinde, adliye koridorlarında arkadaş ediniyorduk. Tahir ile arkadaşlığımız böyle başladı ve o karanlık güne dek de hep aynı sevgi ve saygı çerçevesinde devam etti. İnsan haklarının ihlal edildiği her ortamda, faili meçhullere ilişkin her girişimde, özellikle Cizre, Silopi ve Şırnak’ta meydana gelen faili meçhul cinayetlerin yeniden gündeme geldiği dönemde sık sık birlikte hareket etme olanağımız oldu. Keza Tahir bu olayların büyük kısmını daha önce Avrupa İnsan Hakları mahkemesine taşımış avukatlardan biriydi. Bölge Baro Başkanları olarak ayda en az bir kez bir araya gelerek bölgedeki olayları değerlendirdik, haksızlık lara karşı birlikte mücadele yolları aradık. En sert tartışmalarda bile saygıdan ve nezaketten asla ödün vermezdi. Çünkü O öyle biriydi. Detaycı, araştırmacı, işine sıkı sıkıya bağlı, mesleğine aşık bir avukat, haksızlığa tahammülü olmayan bir insan hakları savunucusu, kaliteli, nezaketli, adil bir aydın…
Cizre Botan’ın bağrında yetişen bir barış elçisine daha kıydılar. Önce çıktığı bir programda söylediği bir söz için onu hedef tahtasına koydular. Linç girişimine başladılar. Neredeyse her kanalda, her gazetede, sosyal medyada Tahir’i karaladılar. Hakaretler ettiler. O kadar çok tehdit alıyordu ki, sosyal medya hesabından “tehditlerinizden korkmuyorum” diye açıklamak zorunda kaldı. Katıldığı tüm toplantılarda açıkça ölümle tehdit edildiğini söylüyordu. Tahir ölüm tehditlerine yabancı değildi elbette. 1990’larda Cizre’de, Şırnak’ta ve çevresinde meydana gelen faili meçhul cinayetlerin yılmaz bir takipçisi olduğu için avukatlığının ilk yıllarında da çok tehdit edilmişti. Ama bir bölge aydını olarak hepimize yerleşmiş olan “havlayan köpek ısırmaz” anlayışı ona da hâkim olmuştu. Tahir’i aramızdan alan tetiği çeken kadar ona son bir buçuk ayda cehennem hayatı yaşatanları da affetmemiz mümkün değildir. Yeri yurdu belli bir baro başkanına yakalama kararı çıkararak hukuk fiyaskosuna imza atanlar, sosyolojik bir tespite “örgüt propagandası” diyenler bu kurşunun sıkılmasına malzeme hazırlayanlardır. Tehdit aldığını sağır sultanın duyduğu bir büyükşehir Baro Başkanına -ki kendisi protokolde 5. Sıradadır- koruma tahsis etmeyenler, koruyamayanlar bu kurşunun hedefi bulmasına sebep olanlardır.
Oysa O, ölmesin diye Eyüp Ergen, canını sunmaya gelmişti Cizre’ye. Ahmet ve kardeşleri yetim kalmasın diye vazgeçmişti kendi hayatından. Farqin’de “sokağa girerseniz ateş ederiz” anonsu tedirgin etmemişti Onu. Çünkü biliyordu. Eğer sokağa girmese zaten ölümler olacaktı. Ama en onurlusu tabi ki kendini feda etmek idi. Bunu en çok O biliyordu.
Sonra eskiden kalma, tozlu mu tozlu hikayeler. Kapısının önünden götürülüp bir daha haber alınamayan kardeşler, ağabeyler, ablalar, amcalar, dayılar, halalar, anneler, babalar… En çok onu yakıyordu; Öksüz ve yetim hikayeleri. Biliyordu. Her yetim ve öksüzün feryadı sanki onaydı. “anne babam ne zaman gelecek”
Gökten düşen, yaratanın göndermediği ölümlere göğsünü siper etmişti. Kuşkonar’da, Roboski’de. Bütün bu acıları dindirmeye çalışmak ama ne pahasına olursa olsun.
Upuzun kış gecelerinin kurşun ağırlığında çöktüğü kadim Diyarbakır şehrinin semalarındaki sisi dağıtmak ve tarihe bir dipnot düş- mek adına dört ayaklı minarenin dibinden bu sağır sessizliği yırtan bir ses olmak içindi her şey… Şiddet sarmalına dolanmış belleğimizin, savaşa yenik düşmüş vicdanımızın tarihi bir hatırlatma ile yeniden canlanması içindi çabası. Hayata kapatılmış sokakların, ölüme terk edilmiş hayatların yeni bir pencereden hayatla yeniden buluşması içindi bu insani dokunuş…
Tahir Elçi mazlum bir halkın başını hiç eğ- memiş mağrur bir evladıydı. Dik duruşu, adalet anlayışı, barış çabası gelecek ku- şaklara umut olmalı… O tahirdi, samimi bir şekilde tertemiz duygularla düşmüştü barış sevdasının peşine. Ve O elçisiydi tüm barış sevdalılarının…
Nazım’ın dediği gibi;
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi tahirliğinden?