BELMA AKÇURA
Ya cinayet dosyalarını kaybediyoruz ya da insanları…
Türkiye’de gazetecilerin ajandaları, ülkenin maalesef karanlık, kanlı tarihi gibidir. Hemen her sayfamız özellikle 12 Eylül darbesinin ağır tahribatlarıyla doludur. Geride bıraktığımız yıllara ait sayfaları her çevirdiğinizde neredeyse hemen her cinayetin altına bir dip not düşüldüğünü görürsünüz: “öldürüldü dava açılmadı, dövülerek öldürüldü, görevi ihmal dendi, gözaltına alındı, hem kendisi, hem de dosyası kayboldu…”
Daha önce de yazdım; 12 Eylül iddianamesinin bugün iki sanığı var; biri Kenan Evren, biri de Tahsin Şahinkaya. Peki onca yıl işkence yapan emniyetçileri, insanları cezaevlerinde öldüren gardiyanları, işkenceyi yok sayan doktorları, hukuksuz yargılamaların altına imza atan yargıçları nereye koyacağız? Mesela 1980-1983 yılları arasında, 6. Kolordu Komutanlığı’na bağlı Kahramanmaraş’taki Sıkıyönetim Komutanlığı hakkında 11 bin 500 şikâyet dilekçisi olduğu iddialarını nereye koyacağız?
Kasım ayındayız…
Ajandamı rastgele açıyorum. Sayısız cinayetle ilgili, sayfalar dolusu not almışım. 7 Kasım 1980’de yasak yayın basmak ve bulundurmaktan askeri aracın içerisinde dövülerek öldürülen İlhan Erdost, 12 Eylül’den önce 20 Kasım 1979’da öldürülen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr Ümit Doğanay, bir diğeri 12 Eylül’den hemen sonra 21 Kasım 1980’de emniyette gözaltında kaybolan kaybolan Hayrettin Eren…
İlhan Erdost: Kardeşinin Gözü Önünde Dövülerek Öldürüldü
Erdost 1980’de ‘yasak yayın bulundurduğu ve yayımladığı’ gerekçesiyle kardeşi Muzaffer Erdost’la birlikte gözaltına alınarak Mamak Askeri Cezaevi’ne konuldu. İki kardeş yoğun işkence gördü. İlhan Erdost kardeşinin gözleri önünde askeri aracın içerisinde hayatını kaybetti. Askerler Astsubay Şükrü Bal, Çavuş Ahmet Şeker, erler Metin Gündoğan, İbrahim Keskin ve Kısmet Çağlar yargılandı ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldı. Darbe döneminin bu korkunç hikâyesinin fotoğrafları Devrimci 78’liler Federasyonu tarafından Utanç Müzesi’nde yer aldı. “İlhan’ı öldürenler görevi ihmal suçundan ceza aldılar ama o ceza da silindi…” notuyla… Geriye kardeşi Muzaffer Erdost’un sözleri kaldı: “Aracın içerisinde de dövmeye devam ettiler. Bir ara göz göze geldik yere çömeldi, başı öne düştü…”
Ümit Doğanay : Cinayete ‘Azmettiren’ Sorguya Bile Alınmadı
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr Ümit Doğanay, 20 Kasım 1979 günü sabahı, okula gitmek üzere bindiği otomobilde öldürüldü. Aynı apartmanda oturduğu İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi Dekanı Fikret Baykurt’un makam otomobiline binmiş, Baykurt`un gelmesini beklemekteydi. Biri kadın 4 saldırgan silahlarını çekerek Doğanay’ı otomobilin içinde katlettiler. Silah seslerine gelen sitenin kalorifercisi ile makam şoförü de katillerin saldırısına uğrayarak ağır yaralandı. Olay yerinde tam 23 kovan bulundu. İlerici ve özgürlükçü fikirleriyle tanınan Doğanay’ın davasında çok sayıda görgü tanığı ifade verdi ancak eşgalleri belirlenen olayın zanlıları bulunamadı.1983 yılında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Doğanay’ın öldürülmesi olayıyla ilgili dava açtı. İddianamede savcılık makamı Doğanay’a Cihat Sever ve Ahmet Sefa Kırlı adlı kişilerin ateş ettiği, emri Recep Öztürk adlı bir ülkücüden aldıkları, arabayı da Ahmet Sefa Kırlı’nın kullandığı bilgilerine yer vererek tetikçilerin idamlarını istedi. Oysa görgü tanıklarına göre 3 kişi ateş etmiş, bir kişi de arabada beklemişti. Mahkeme 28 Haziran 1986 günü `yeterli delil bulunamaması` gerekçesiyle sanıkların beraatlarına karar verdi. İnfaz kararını verdiği öne sürülen dönemin Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) İstanbul İl Başkanı hakkında ise hiçbir işlem yapılmadı.
Cavit Orhan Tütengil: Soruşturma Dosyasını Kaybettiler, Azmettireni Bıraktılar
Doğanay’ın cenazesinde “Sıra bizde galiba” diyen Prof. Dr Cavit Orhan Tütengil de bu olaydan 17 gün sonra öldürüldü. Doğanay ve Tütengil cinayetlerini azmettirmekle suçlanan kişinin aynı olması bu iki dosyayı bir arada düşünmeyi gerektiriyor. Tütengil evinin yakınında bir otobüs durağına giden bir asfaltın üzerinde, bedenine saplanan kurşunlarla öldürüldü. Yüzükoyun yatarken üzerine gazeteler örtüldü. Bir eli öne doğru uzanmış diğer elinin altında çantası…12 kurşunun 9’u göğsüne ve karnına isabet etmişti.
Tütengil cinayeti sonrası İstanbul Siyasi Şube Müdürlüğü’nde açılan soruşturma dosyası önce diğer dosyalarla karıştı, ardından esrarengiz bir şekilde kayboldu. Tütengil cinayetiyle ilgili olarak gözaltına alınıp mahkemeye çıkartılan Recep Öztürk delil yetersizliğinden serbest bırakıldı.
Dönemin İstanbul Siyasi Şube Müdürü Tayyar Sever imzasıyla Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na yazılan “çok gizli” bilgi notunda şöyle denildi:
“MHP’li Yılma Durak’ın ifadesinde, ÜGD Başkanı Recep Öztürk’ün olaydan önce kendisine üniversiteden bir hocanın öldürülmesinin planlandığını söylediğini, kendisinin muvafakat ettiğini, ertesi gün Tütengil’in öldürülmesi üzerine Öztürk ile yaptığı konuşmada onlar tarafından öldürüldüğünü Recep Öztürk’ten öğrendiğini beyan etmiştir…”
Türkiye’de bu tür notlar genellikle soruşturmayı başlatmak için değil, durdurmak için kullanıldı. Bu durumda dosyanın kaybolmasından daha normal bir şey olamazdı.
Karakolda İsmi, Emniyet’te Arabası Olan Eren’i Kaybettiler!
21 Kasım 1980’de Hayrettin Eren’i ‘gözaltında kaybeden’ sorumluları bulabilecek misiniz?
Hayrettin Eren, İstanbul Saraçhane’de gözaltına alındı; arkadaşı Ahmet Öztürk ile buluşmaya gittiği bir sırada…
Alan kim? Karagümrük Karakolu’nda görevli polisler…
Bunu nereden biliyoruz? Çünkü Anne Elmas Eren, haberi alır almaz karakola gider ve gözaltı kayıt defterinde oğlunun adını görür ama oğlunu göremez. Karakoldakiler Hayrettin Eren’in Gayrettepe’deki Siyasi Şube’de olduğunu söyler.
Anne Elmas bu kez Gayrettepe’deki Siyasi Şube’ye gider. Oğlunun gözaltına alınırken kullandığı babasına ait otomobil, siyasi şubenin bahçesinde olmasına rağmen “gözaltında böyle biri yok” diyeceklerdir…
Birlikte gözaltına alındığı arkadaşı Ahmet Öztürk: “Tanığım; onu hem karakolda hem de siyasi şubede gördüm” der, yine sonuç alınamaz.
Şimdi o tarihte bu karakolun ve şubenin emniyet müdürlerini yok mu sayacağız…
Aile savcının “Size inanıyorum ama bu davayı açarsam meslek hayatım biter” dediği iddiasını, bu savcıyı yok mu sayacağız…
Üstelik “kaybolan” Hayrettin Eren değildi… Yıllarca oğullarını arayan ailenin acısı hep ilk günkü gibi taze kaldı…
Oğullarını bulmak için hayatlarını ertelediler.
Savcıların, emniyet müdürlerinin, bakanların milletvekillerinin kapılarında beklediler.
Ama bu devlet onlara oğullarını vermediği gibi acılarını da hep taze tuttu.
Hayrettin Eren adına ya seçmen kâğıdı göndererek ya da askere çağırarak.
Aradan koca bir 33 yıl geçti. 2011’in Şubat’ında anne Elmas Eren bir sabah gözaltında kaybolanların aileleriyle yola çıktı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a gitti dedi ki:
“Oğlumun tek bir kemiğine bile razıyım, senden oğlumun mezarını istiyorum”
Devlet, oğlunun sorumlularını bulamadı. Baba Eren de oğlunun mezarını bulamadan hayatını kaybetti, anne ise hala Galatasaray’da oğlunu bekliyor.
Ajandama bir not daha alıyorum. Geçen yıl 12 Eylül soruşturmasında 3. dalga yaşanmış ve 12 Eylül darbe döneminin komutan, vali ve emniyet müdürleri hakkında soruşturma açılması için düğmeye basılmıştı. Sahi ne oldu?