5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 3. Yargı Paketi dâhilinde Temmuz 2012’de kaldırılan 250. Maddesi ile özel görevli ve yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, 03.01.2012 tarihli iddianamesi[1] ile 765 sayılı (mülga) Türk Ceza Kanunu’nun 146, 80, 31 ve 33. Maddeleri uyarınca, şüpheliler Ali Tahsin Şahinkaya ve Ahmet Kenan Evren’e, 12.09.1980 – 06.12.1983 tarihleri arasında TC Anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve anayasa ile teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmek suçu isnat edilmiştir.
Soruşturma, 12 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirilen referandumda Anayasa’nın geçici 15. Maddesinin kaldırılmasının ardından, mağdur ve müştekilerin Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki Cumhuriyet savcılıklarına 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında ve darbe yönetimi boyunca maruz kaldıkları işkenceler ve insan hakları ihlalleri hakkında bildirdikleri suç duyuruları üzerine başlatılmıştır. Geçici 15. Madde askeri darbeyi gerçekleştirenlerin ve darbe döneminde alınan kararları uygulayanların yargılanamayacakları hükmünü içeriyordu.[2]
Davadaki Sevk Maddesi Tartışmaları
1982 Askeri Darbesi Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki üçüncü askeri darbedir ve diğer askeri darbeler gibi o da bugüne dek yargılan(a)mamıştır. Geçici 15. Maddenin hikâyesi, Türkiye’de askeri darbeleri ve bu darbeler sırasında meydana gelen insan hakları ihlallerini gerçekleştirenleri yargılamanın ne kadar zor olduğunu anlatmak için uygun bir başlangıç noktası olabilir. Çünkü bu zorluğun, söz konusu davada da sürdürüldüğünü veya aşıl(a)madığını ve hâlihazırda yürürlükte bulunan 1982 Anayasasını hazırlayan mantığın bu davanın iddianamesinin hazırlanmasında da bizzat kullanıldığını söylemek mümkün. Zira iddianamedeki en sorunlu konulardan birini şüphelilere isnat edilen suçun sevk maddesi oluşturuyor.
Geçici 15. Madde, darbeyi gerçekleştirenlerin yargılanmasını anayasal düzeyde engelliyordu. Bu yüzden maddenin kaldırılması darbecilerin yargılanması için zaruri görülüyordu ve uzun yıllar yargılamanın yapılması imkânsız olarak nitelendirildi. Hatta geçici 15. Maddenin kaldırılmasının ardından dahi bu maddenin af niteliğinde olduğu ve hukuken yargılamanın imkânsız sayılacağı gibi darbecileri her koşulda korumaya yönelik yorumlar yapılabildi. Aslında askeri darbeyi yapanların ve darbe yönetimindeki hukuki ve resmi karar vericilerin ve uygulayıcıların yargılanabilmesi için kendi hazırladıkları anayasalara koydukları, kendilerini yargılanmaktan muaf tutan maddelerin kaldırılmasını beklemek gerekmiyor. Çünkü sorumlu oldukları suçlar insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde yer alıyor ve iç hukukta böyle bir düzenleme olmasa dahi uluslararası hukukta bu suçların tanımlanmış olması yargılamanın gerçekleştirilebilmesi için ulusal ve uluslararası ceza yargılamalarında yeterli sayılıyor.[3] Kaldı ki Türk Ceza Kanununda 2005 yılında yapılan değişikliklerle zaten insanlığa karşı işlenen suç kavramı iç hukukumuzda da tanımlanmış durumda. Ancak 12 Eylül Askeri Darbesi’ne ilişkin davanın iddianamesinde müştekilerin işkence ve kötü muamele şikâyetleri ayrıntılarıyla yer almasına ve bütün bu anlatılanlar gerek sistematik olmaları gerekse insanlık dışı muamelenin insan hayalini zorlayacak denli kötü örnekleri olmalarına rağmen insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde ele alınmıyor.
İddianamedeki Suçlamalar ve Eksiklikler
Bu tercihin sebebini anlamak için iddianamede darbe öncesi Türkiye’sinden bahsedilen bölüme bakmak gerekiyor. 12 Eylül Askeri Darbesi öncesi meydana gelen önemli terör olayları başlığını taşıyan II. numaralı bölümün ilk paragrafında 1970’li yıllardan bahsedilirken, “Toplumda yasal olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşları, ekonomik ve sosyal amaçlardan çok siyasi ve ideolojik amaçlarını ön plana çıkarmışlardı” ifadesi kullanılıyor. Devamında ise “[…] öğretmenler ve polisler arasındaki örgütlenmeler toplumda büyük huzursuzluk oluşturuyordu” ifadesine yer veriliyor. Teknik ve kavramsal hatalarla da olsa demokrasi kavramının açıklandığı ve çoğulcu demokrasinin iyi yönlerinden bahsedilen I. Bölümün ardından, yukarıda alıntılanan ifadeler, aslında çoğulcu demokrasinin iddianameyi hazırlayanlar tarafından da benimsenmediği sonucuna varmamıza sebep oluyor. Zira demokrasilerde, örgütlenme ve hak arama özgürlüğü korunan başlıca insan haklarıdır ve bu hakların kullanılmasının toplumda huzursuzluk yaratan etkenler olduğu düşünülemez.
Aynı bakış açısı II. Bölümde adı geçen önemli terör olaylarından bahsedilirken de korunuyor. İddianamenin bu bölümünde bahsedilen olaylar sırasıyla: 1 Mayıs 1977’de 34 kişinin ölümü ve yüzlerce kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan silahlı saldırı olayı, postayla gönderilen bomba olayları, 16 Mart 1968 günü İstanbul Üniversitesinin Beyazıt Meydanına açılan kapısında sol görüşlü 7 öğrencinin hayatını kaybettiği silahlı saldırı, 1978 Sivas, 1979 Maraş ve 1980 Çorum olaylarında Alevilere yapılan saldırılar, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, Fatsa Operasyonu, 1980 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve MSP’nin Konya mitingi. Bahsi geçen olayların tümünde darbenin gerçekleşmesini isteyen güçlerin provokasyonundan ve saldırıları gerçekleştirenleri kışkırtmasından bahsedilirken, bu olayların büyük bir kısmının sol muhalif kesimlere, Kürtlere ve Alevilere yönelik olduğu göz ardı ediliyor ve iddianamenin genelinde darbenin gerçekleşmesini isteyen güçlerin ideolojik olarak iki zıt kutup olarak değerlendirilen milliyetçileri ve solcuları eşit oranda kullandığı ve daha sonra eşit oranda işkenceye maruz bıraktığı varsayılıyor.
1970’li yıllarda Türkiye halklarının örgütlenerek haklarını arama talepleri ve bu taleplerinin devlet tarafından baskıcı bir şekilde engellenmiş olması, bundan da en büyük zararı sol muhalif kesimlerin, Kürtlerin ve azınlıkların görmüş olduğu gerçeği adeta yok sayılıyor. O kadar ki iddianamenin Maraş olaylarıyla ilgili kısmında bu olayla ilgili daha önce görülmüş olan dava dosyasının diğer bölümlerine değinilmezken, dosyadaki sanıklardan birinin anlatımları olayın değerlendirilmesinde esas alınıyor.
İddianamenin darbe sonrasında gerçekleşen işkencelerin mağdurlarının beyanlarına yer veren VI. Bölümünde, işkenceye maruz kalan milliyetçi mağdurların POL-DER’li ve Marksist polislerce işkenceye tabi tutulduğu bu polislerin ideolojik kimlikleri ile ilgili bir delil sunulmaksızın belirtilirken, sol görüşlü mağdurlara işkence yapan polislerin ideolojik kimlikleri hakkında herhangi bir bilgiye yer verilmiyor. Yine de 12 Eylül Askeri Darbe Döneminde Gözaltı Merkezleri ve Cezaevlerinde Uygulanan İşkence Yöntemleri başlığı altında Türkiye’de cezaevlerinde gerçekleşen sistematik işkencelerin ilk kez kabul edildiği ve ayrıntılarıyla sayıldığı bu iddianame geçmişle yüzleşmek adına çok şey ifade ediyor. Ancak şüphelilerin sadece darbe yapmakla suçlandığı bir iddianamenin kabulü sonucu açılan bu davada başarıyla gerçekleştirilen bir darbe sonucu anayasa yapan askeri yönetimin kurucu iktidar sıfatıyla bu görevi yerine getirdiği ve yargılanamayacağı savunmasıyla karşılaşılıyor. Darbe yapanların bakış açısıyla, iddianameyi yazanların bakış açısı darbe öncesi dönemde yaşananlar konusunda örtüşüyor, bu da darbe yapanlara savunmalarında bahsettikleri meşruiyet zeminini, teorik olarak sağlamış oluyor.
Zira şüphelilerin vekilleri aracılığıyla savcılığa sunmuş oldukları savunma dilekçelerinde 12 Eylül 1980 öncesi Türkiye’nin bir kaos içerisinde bulunduğu ve şüphelilerin Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35. maddesindeki “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamaktır ” şeklinde ifade edilen yetkiyi kullandıkları belirtiliyor. İddianamede ifadelerine yer verilen ve daha sonra müdahil olarak kabul edilen bazı tüzel ve gerçek kişilerin 12 Eylül 1980’deki askeri darbe öncesinde insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında sayılan suçlara iştirak ettikleri ve şüphelilerin askeri darbe sırasındaki ve sonrasındaki eylemlerinden kendilerinin de mağdur sıfatıyla şikâyetçi oldukları görülüyor. Dolayısıyla sadece askeri darbenin kendisinin yargılandığı bu davada Türkiye tarihinde hesaplaşma gerektiren pek çok suç yargılanmadığı gibi bu suçların olası failleri de “derin” güçlerce mağdur edilmiş müştekiler olarak karşımıza çıkıyor.
Arjantin ve Peru örneklerinde olduğu gibi toplumsal uzlaşmanın gerçek anlamda tesis edilmesi için darbe dönemlerinde karar alma ve uygulama mekanizmalarında yer almış tüm devlet görevlileri ve bu kararların uygulanmasını kolaylaştıran ve mümkün kılan tüm sivil kişilerin cezalandırılması gerekiyor. Bunu yaparken aleni yargılamanın yapılması, sanıkların mağdurlar karşısında verdikleri ifadelerin, cevapladıkları soruların kamuya açık duruşma salonlarında izlenebilmesi ve basın yoluyla paylaşılması çok büyük önem taşıyor. Ancak ilgili davada tutuksuz yargılanan sanıklar sağlık durumları sebebiyle telekonferans yöntemiyle ifade veriyorlar ve duruşma salonuna gelmiyor, mağdurlarla ve müştekilerle yüzleştirilmiyorlar. Bu da davanın özü itibariyle sağlaması gereken uzlaşma ve hakikati ortaya çıkarma sonucunun elde edilmesini engelliyor.
Davanın Kovuşturma Safhası
6 Nisan 2012 tarihli ilk duruşma
İşkence ve Kötü Muamele İddiaları Dosyadan Ayrılarak CMK 250. Madde ile görevli ve yetkili Cumhuriyet savcılıklarına gönderildi. Bu soruşturmanın akıbeti henüz bilinmiyor:
İddianamenin kabulüyle, CMK’nın (mülga) 250. Maddeyle özel yetkili ve görevli Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2012/3 dosya numarasıyla görülmeye başlanan davanın ilk duruşması 6 Nisan 2012 tarihinde gerçekleştirildi. Gerçek ve tüzel kişilerin suçtan zarar görme durumlarına göre müdahillik taleplerinin değerlendirildiği bu ilk duruşmanın ara kararında mahkeme insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisine giren işkence ve kötü muamele iddiaları ile ilgili belge ve bilgilerin gereğinin yapılması için CMK 250. Madde ile görevli ve yetkili C.savcılıklarına gönderilmesine ve sanıklar Ahmet Kenan Evren ile Ali Tahsin Şahinkaya haklarında sistematik işkenceye neden olma yönünde suçlamalarda bulunulduğundan bu iki sanık hakkında gerekli soruşturmanın yürütülebilmesi açısından aynı müzekkere ile C.savcılığına suç duyurusunda bulunulmasına karar verildi. Ancak bu soruşturulmaların akıbeti henüz bilinmiyor.
Mahkeme ilk duruşmada müdahillik taleplerini değerlendirdi:
Müdahillik talepleri kabul edilen tüzel kişiler arasında TBMM, CHP, MHP, DİSK gibi kurum, siyasi parti ve sendikalar yer alıyor. Müdahillik talepleri kabul edilen gerçek kişiler ise işkence ve kötü müdahaleye bizzat maruz kaldıklarına dair belge sunulan kişiler, onların yakınları ve TBMM’nin kararı olmaksızın idam cezası uygulanmış olan kişilerin yakınlarından oluşuyor. Müdahil ve sanık vekillerinin soruşturmanın genişletilmesi yönündeki talepleri sanıkların ifadelerinin alınmasının tamamlanmasının ardından değerlendirilmek üzere erteleniyor.
Evren ve Şahinkaya duruşmalara katılmadı, telekonferans yoluyla hastanedeki yataklarından dinlendi. Diğer şüpheliler ile ilgili soruşturmanın akıbeti bilinmiyor:
Davanın ilk üç duruşmasına sağlık gerekçeleri ile katılmayan sanıkların ifadeleri 20 Kasım 2012 tarihli son duruşmada telekonferans yoluyla hastanedeki yataklarında yarı oturur vaziyette alındı. Sanıklar, mahkeme heyetinin ve müdahil vekillerinin sorularını dinlediler ancak suçlu olduklarını düşünmediklerini ve pişman hissetmediklerini söyledikleri ve aylık gelirleri, adresleri vb. sorular dışında kendilerine isnat edilen suçlamalarla ilgili sorulara cevap vermedikleri görüldü. Mahkemenin 10.09.2012 tarihli yazısıyla bilgi istediği C.savcılığı, “haklarında kamu davası açılan sanıklar Ahmet Kenan Evren ve Ali Tahsin Şahinkaya dışında müştekiler tarafından verilen dilekçelerde şüpheli olarak gösterilen dönemin Sıkıyönetim Komutanları, Valiler, Emniyet Müdürleri ile bir kısım üst düzey bürokratlarla ilgili Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya veya anayasa ile teşekkül etmiş Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya teşebbüs etmek ve bu eylemleri gerçekleştirmek suçlarından” soruşturma yürütüldüğünü bildirdi ancak bu soruşturulmaların sonucu da henüz bilinmiyor.
TBMM Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanan raporun tamamının bitmesine gerek duyulmaksızın raporun 12 Eylül askeri darbesi ile ilgili kısmının komisyondan istenilmesine ve darbede yer alan kişi ve kurumların yaptıkları toplantılar, aldıkları kararlar ve kararlaştırdıkları planlarla ilgili ellerine ulaşan tüm belgelerin mahkemeye gönderilmesine karar verilen duruşmada, ayrıca CMK 125. Madde gereğince komisyonun “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle mahkemeye belge yollamaktan kaçınamayacağı da belirtildi.
17 Ocak 2013 tarihli duruşma ve Anayasa Mahkemesi Başvurusu
Davanın 17 Ocak 2013 tarihli duruşmasına sanıklar katılmadı. Müdahil avukatlar sanıklardan Tahsin Şahinkaya hakkında mahkemeye bir dilekçe sundular. Dilekçedeki talepleri şöyle: “İstanbul GATA’dan gelen yazıya göre, sanıklardan Şahinkaya’nın hastanede yatmadığı ayakta tedavi gördüğü anlaşılmıştır. Buna rağmen sanık yatakta ifade vererek mahkemeyi ve biz müdahil avukatları kandırmıştır. Dolayısıyla Şahinkaya’nın tutuklanmasını ve sanığın mahkemeye getirilmemesi yönünde rapor veren üniversite görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunulmasını talep ediyoruz.”[4] Ancak mahkeme buna rağmen taleplerini reddetti ve davayı erteledi. Şubat 2013’te sanıklar Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunarak haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle şikayette bulundular ve 12 Eylül davası iddianamesinin hukuken yok hükmünde olduğunun tespiti için talepte bulundular.
18 Nisan 2013 tarihli duruşma: Belgelerin imha edildiğine ilişkin ihbar mektubu mahkemeye ulaştı
18 Nisan 2013 tarihli duruşmada mahkemeye TSK mensubu olduğunu belirten Hasan Duman imzalı bir ihbar mektubu ulaştı. İhbar mektubunu yazan kişi görevli olduğu ilgili Genel Kurmay Harekât Başkanlığı biriminde, Mahkemenin 12 Eylül Darbesi ile ilgili belgeleri istemesi üzerine araştırma yapıldığı ve araştırma sonucunda diğer belgelerle birlikte 1979 tarihli ve Kenan Evren imzalı Yurt-Kor isimli bir belgeye ulaşıldığı belirtiliyor. Söz konusu belgede darbeye zemin oluşturmak için gerçekleştirilen hazırlık hareketlerinin planlandığı ve iddianamede yer alan darbe öncesi toplumsal olayların bu planlarla örtüştüğü belirtiliyor. Bu belgeyi inceleyen birim Başkanı Abdullah Recep’in belgenin önemini ve durumun vahametini fark ettiğinde Mahkemeye ilgili belgelere rastlanamadığına dair bir bilgi yazısı gönderdiği ve akabinde zaman ve konu açısından değerini yitirmiş olan belge ve planların kozmik büro gözden geçirilerek ayıklandığı ve imha edilmiş olabileceği ifade ediliyor. Mahkeme Genel Kurmay Başkanlığından Yurt-Kor isimli belgenin niteliğinin tespit edilmesini, belge imhası iddiasının, adı geçen şahısların kimliklerinin araştırılmasını ve ilgili belgelerin gönderilmesini talep etti.
21 Haziran 2013 tarihli duruşma: Genel Kurmay Başkanlığı’ndan devlet sırrı açıklaması
21 Haziran 2013 tarihinde gerçekleştirilen duruşmada, Mahkemeye böyle bir belgenin var olduğu ancak devlet sırrı gerekçesiyle gönderilmeyeceğini bildiren Genel Kurmay Başkanlığına Mahkemenin tekrar yazı yazması üzerine, belgenin tamamıyla ilgili olmayan üç klasörlük belge gönderildiği tutanaklara geçirildi. Müdahil avukatlar mahkemeden gizlenen belgelerle tarihi bir davanın sonuçlandırılmasının mümkün olmadığını ve büyük bir fırsatın kaçırıldığını dile getirdiler. Savcı değişikliği sebebiyle iddia makamı mütalaasını sunamadı.
27 Eylül 2013 tarihli duruşma: Sivil İşler Kordinasyon Grubu için MİT’e yazıldı
27 Eylül 2013 tarihinde gerçekleştirilen bir sonraki duruşmada ise Bayrak Hareket Direktifinde, “Sivil İşler Koordinasyonu Grubu” isminde sivil kişilerden oluşan bir grubun görev yaptığının anlaşıldığı ve bu gruptaki şahıslar ile 12 Eylül’e giden süreçte görev alan diğer sivil unsurların kimliklerinin açıklanması ve ilgili bilgi ve belgelerin gönderilmesi için Başbakanlık MİT Müsteşarlığına müzekkere yazılmasına karar verildi. Bayrak Harekat Direktifi Ek-İ de “Sivil İşler Koordinasyon Grubu”, Ek-J de “MGK Genel Sekreterlik Personeli” bölümlerinin direktif içerisinde “Konmadı” nitelendirilmesine sahip olduğu tespit edildiğinden, söz konusu belgelere ilişkin yeniden araştırma yapılması için Genel Kurmay Başkanlığına müzekkere yazıldı. Ayrıca “Sivil İşler Koordinasyon Grubu”nda yer alan şahısların kimliklerinin tespiti ile haklarında soruşturma başlatılması için Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurunda bulunulması kararlaştırıldı.
25 Ekim 2013 tarihli duruşma: MİT’ten gelen cevap ve Esas Hakkında Mütalaa
İddia makamının mütalaasının da açıklandığı 25 Ekim 2013 tarihli duruşmada okunan MİT Müsteşarlığının cevap yazısında “ilgili bilgi ve belgeye” rastlanılmadığı belirtildi. Müdahil avukatlar Ceza Yargılamasının belge aslı üzerinden yapılmasının esas olduğunu ve bu belgelerin Mahkemece ve avukatlarca ilgili kurumlardan asıllarının temin edilmesi gerektiğini vurguladılar.
25 Ekim 2013 tarihinde Savcı tarafından okunan davanın esasına ilişkin mütalaada esasen iddianamede belirtilenler dışında pek derin bir açıklama yer almıyor. Toplumun tamamını derinden etkileyen böylesi bir davada devletin ilgili belgelerine ulaşılamamış, darbenin hazırlık aşamasındaki eylemler ve bu eylemlere sanıklarla birlikte iştirak eden, destekleyen, teşvik ve yardım eden sivil unsurlar ve sorumlu diğer askeri personel tespit edilememiş bulunuyor. Sadece iki yaşlı generalin mütalaada istenen cezalara çarptırılması da (alacakları indirimler ve sağlık durumları gerekçe gösterilerek cezalarının ertelenmesi ihtimali de göz önüne alındığında) beklenen geçmişle yüzleşme ve toplumsal arınma ve onarım sürecinin olsa olsa bir başlangıcı sayılabilir.
İddianamede olduğu gibi mütalaada da, aslında 12 Eylül Askeri Darbesini gerçekleştiren asker kişilerin tahayyüllerindeki devleti ne pahasına olursa olsun koruma ve kollama zihniyetlerinin, yine onların ardılı olan devlet yapısının korunmasını ilke edinen yargıdaki izlerine rastlamak Türkiye’deki hiçbir hukukçu için sürpriz sayılmaz. Ancak yine de mütalaada darbenin tarihi bir suç olduğundan bahsedilmesi ve darbe suçunun uluslararası hukuk düzeyinde değerlendirmesine girişilmesi iyi bir gelişme sayılabilir.
Mütalaanın ayrıntılarından önce mahkemenin kovuşturma aşamasının genel bir analizini yapmak faydalı olacaktır.
Kovuşturma Sürecine İlişkin Genel Değerlendirme
Sanıklar tüm duruşmalarda, müdahil avukatların tüm itirazlarına rağmen tutuksuz olarak yargılandılar ve duruşma salonuna getirilmeyerek SEGBİS sistemiyle ve telekonferans yöntemiyle Mahkemeye bağlandılar. Mahkeme sanıkların sağlık durumlarına dair tespitleri yapacak hekim kuruluna Türk Tabipler Birliği temsilcilerinin katılmasına da müdahil avukatların taleplerine rağmen izin vermedi. Kendilerine isnat edilen suçun ağırlığı ve davanın toplumsal önemi düşünüldüğünde, müdahil avukatların da sıkça dile getirdiği gibi bu husus davadan beklenen neticenin elde edilmesini neredeyse imkânsızlaştırdı.
Sanıkların iddiaları ve savunmaları
21 Kasım 2012 tarihli duruşmada sanık Ahmet Kenan Evren tarafından okunan ve daha önce yazılı olarak hazırlanan savunma şöyleydi:
“Sayın Başkan;12 Eylül Harekatı Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından “Emir ve Komuta” zinciri içinde yapılmış ihtilaldir. İhtilal, “Tarihi” bir olaydır. Tarihi olaylar yargılanamaz. 12 Eylül Harekatı, kurucu iktidar olma hareketidir.12 Eylül Harekatının yapılış nedeni “Bir Numaralı Bildiri”yle büyük Türk Milletine açıklanmıştır. 12 Eylül Harekatını yapan Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst komuta heyeti kurucu iktidar olarak Milli Güvenlik Konseyini oluşturmuştur. Milli Güvenlik Konseyi kurucu iktidar olarak Anayasal kanunları çıkarmış yeni Anayasal düzeni oluşturmaya başlamıştır. Kurucu meclisin oluşturulması yeni Anayasanın yapılması ve halkoyuyla yürürlüğe konulmasıyla yeni Anayasal düzen tamamlanmıştır. Ben kurucu iktidar olan Milli Güvenlik Konseyinin başkanı ve Devlet başkanıyım. Bu görevlerimi Türkiye Büyük Millet Meclisinin faaliyete geçtiği tarihe kadar sürdürdüm. Bu tarihten sonra Anayasa ile yedinci Cumhurbaşkanı olarak görevime devam ettim.
Milli Güvenlik Konseyinin 1982 Anayasasıyla hükme bağlanmış tasarruflarının suç olduğunun iddia edilemeyeceğini herkes bilir. Benim ve silah arkadaşlarımın 12 Eylül 1980 tarihinde ve sonrasındaki tasarruflarımızdan dolayı yetkisini 1982 Anayasasından alan yargının suç isnat etme yargılama yetkisi bulunmamaktadır. Kurucu iktidar olmayı yani ihtilal yapmayı suç sayan bir kanun yoktur. Hukuken olması da mümkün değildir. Biz ihtilal yaptık. İhtilale teşebbüs etmedik. Herkesin ihtilal ile ihtilale teşebbüs etmeyi ayırması aynı şey olmadığını bilmesi gerekir.
Ben sanık değilim. Ben 12 Eylül harekatını yapan Türk Silahlı Kuvvetlerinin Genel Kurmay Başkanıyım, Milli Güvenlik Konseyi başkanı ve Devlet başkanıyım. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin yedinci Cumhurbaşkanıyım. Ben 12 Eylül harekatının hesabını büyük Türk Milletine verdim. Bundan sonra beni artık tarih yargılar. 12 Eylül harekatını herkes siyasi ve etik olarak istediği gibi değerlendirebilir. 12 Eylül ile ilgili beceriksiz siyasilerin söylediklerini 12 Eylül sonrası geçen yıllarda yaşananlar yalanlamaktadır. Demokrasinin işlediği yerde ihtilal olmaz. Siyasetçi becerisizliğini askere fatura edemez. Türk Silahlı Kuvvetleri iktidar olmanın meraklısı değildir.
12 Eylül 1980’den bugüne kadar 12 Eylül öncesinde yaşananların bir daha yaşanmaması bunu göstermektedir. Ülkenin o tarihteki ve öncesindeki durumunu büyük Türk Milleti bilmektedir.
Büyük Türk Milleti o olaylara layık değildir. Biz o gün doğru olanı yaptık, bu günde olsaydı aynı şekilde ihtilali yapardık. Tabii ki adli yargı mensupları ve yüksek mahkeme görevini yapmaktadır. Yukarıda ki açıklamalarım nedeniyle söyleyeceklerim bundan ibarettir. Benim görevim onlara yardımcı olmaktır. Bu beyanı da bunun için yapmaktayım. Sanık olmadığımı yukarıda açıklamıştım. Bu nedenle bu beyanımın dışında başkaca bir beyanda bulunmayacağım.
Mahkeme sorularına da cevap vermeyeceğim. Kusura bakmayın.
Saygılarımla.[vurgular sonradan eklenmiştir]”[5]
Bu ifadeden açıkça anlaşıldığı üzere sanık, kendisine isnat edilen suçu kabul etmemekte, yaptıklarından hiçbir şekilde pişmanlık duymamaktadır. Oysa geçmişindeki askeri darbelerle yüzleşen ve bu darbeleri yargılayan tüm toplumlarda, görülen davaların esas işlevi tazmin ve cezanın yanı sıra sanıkların insanlığa karşı bir suç işlediklerini kabul etmelerinin, kamuoyu önünde pişmanlık duymalarının ve işledikleri suçun vahametini fark ederek kamuoyu karşısında itibarlarının ortadan kalktığı süreçler olmuştur. Ancak sanığın bu ifadesi, tüm duruşmalara hastane odasında elinde kahvesiyle katılması, hiçbir soruya cevap vermemesi ve kendisini mahkemenin dahi üzerinde bir konumda hissetmesi, Türkiye’deki darbe yargılamasında beklenen bu yararların sağlanamadığını, hatta toplumun bir kesiminin hala darbe ve askerin müdahalesinin çok gerekirse meşru olduğu yönündeki algısını değiştirilemediği görülmektedir.
Sanık Ali Tahsin Şahinkaya’nın savunması da Komutanınınkine tıpatıp benzemektedir. Savunma aynıdır. Sanık, sanık olduğunu kabul etmemektedir, “ihtilal” kendisine verilen yüce bir görevdir ve asla bir “suç” kabul edilemez. Bu yüzden her iki sanık da sorulan sorulara cevap vermemiş, mahkemenin Türkiye toplumunun tamamını ilgilendiren pek çok konuyu aydınlatabilecek ayrıntılı sorularını yanıtsız bırakarak adeta suç ortaklıklarını devam ettirmişlerdir.
Mahkeme heyeti tarafından sanıklara yöneltilen sorular
Mahkeme heyeti ve müdahil avukatlar sanıklara pek çok soru yöneltmiş, bu soruların cevabı sanıkların tabiriyle “tarihi bir olay olan ihtilali” öncesini ve sonrasını aydınlatacak niteliktedir. Cevap alınamasa bile tarihsel olarak kayıtlara geçmesi için sorulan bu sorular şöyledir.
“1- 12 Eylül Askeri Darbesine
a- Bireysel olarak bir darbe yapmanın gerektiğine ne zaman inandınız?
b- Bu kararınızı kimlerle paylaştınız? Darbe yapılması yönündeki karara hangi tarihli toplantıda hangi komuta kademesi ile hangi komutanlarla karar verdiniz?
c- Sizin dışınızda kalan yani emir komuta zinciri dışında ki TSK görevlilerince veya TSK dışında bir silahlı güç tarafından darbe yapılsa idi; buna o dönemde ki tepkiniz ne olurdu?
2- 12 Eylül Askeri Darbesinin yapılması ile birlikte önceden isimleri tespit edilen kişilerin bulundukları yerden toplanmaya başlandıkları dikkate alındığında; bu kişilerin listeleri ne şekilde oluşturulmuştur? Bunlar arasında suç işlediği iddia edilen kişilerin adresleri ve yerleri belli iken 12 Eylül 1980 öncesinde gözaltı ve yakalama işlemlerinin yapılmamasının nedeni nedir?
3- Komuta kademesinde darbeyi daha önceden yapacaktık ancak olgunlaşmasını bekledik şeklinde gazetelere demeçler verildiği dosya kapsamından da anlaşılmaktadır. İddianamede anlatım olarak yer verilen 16 Mart İstanbul Üniversitesi, 1 Mayıs 1977 Taksim, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş olaylarında birçok aydın, yazar, gazeteci, öğretim üyesinin katledilmesinin toplumda darbe beklentisi yarattığı iddia edildiği de dikkate alındığında; bu olaylara göz yumulması söz konusu mudur? Veya bu olayların niteliğine uygun müdahaleler yapılmış mıdır?
4- 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin ardından verilen beyanatlarda çok kısa zamanda demokratik düzene geçişi sağlamanın amaç edinildiği ifade edildiğine göre; Askeri Mahkemeler tarafından verilen idam kararlarının onaylanmasını demokratik düzene geçiş sonrasında milletin tercihleri ile oluşacak Türkiye Büyük Millet Meclisine bırakmak yerine Milli Güvenlik Konseyi eli ile yerine getirmenizin sebebi nedir?
5- 12 Eylül Askeri Darbesi yapıldıktan sonra gözaltında ölümler yaşanmış, başta Diyarbakır ve Mamak Ceza Evlerinde işkence sonucu ölümler olmuştur. Bu olayların engellenmesi için bir çaba gösterdiniz mi?
6- 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinin yapılmasında ABD veya bir başka ülkenin bilgisi veya onayı var mıdır?”[6]
Mahkeme son derece kısa ve öz bir şekilde darbe ile ilgili sorularını sıralamış ancak bu soruların hiçbirine sanıklardan bir yanıt alamamıştır. Kayıtlara geçmesi açısından duruşmalar sırasında yazdırılan bu soruların cevapları aslında dönemin gazete sütunlarına ve resmi gazete sayfalarına bakıldığında dahi cevabı verilebilecek sorulardır. Özellikle üzerinde durulmayı ve yargılanmayı hak eden dönem darbe hazırlıklarının yapıldığı dönemdir. Bu dönem gerçekleşen toplumsal olaylarda müdahale etmeyen ve/veya olayların provokasyonunu yapan ordu mensupları deşifre olmasına rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri bu olaylardaki sorumluluğunu kabul etmemiş, bir de üstelik bu olayları gerçekleştirdiği askeri darbenin meşruiyetini sağlamak için kullanabilmiştir.
TBMM Darbeleri ve Muhtıraları Araştırma Komisyonunu Raporu’nda, Bülent Ecevit’in Maraş olaylarının ardından yaptığı açıklamaya değiniliyor ve Sıkıyönetim ilanının bazı odaklarca istendiği ve bunun için toplumsal olayların provoke edildiği belirtiliyor. Raporda alıntılanan dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in bir açıklaması şöyle:
“1978’de hükümeti kuruşumuzun ardından bir yıla yakın süre, sıkıyönetim ilanı için bazı siyasi çevrelerin yoğun baskısı altında kalmıştık; fakat bunlara karşı direnmiştik. Silahlı Kuvvetleri asli görevinden uzaklaştırmayı ve siyasal zemine çekmeyi doğru bulmuyorduk. Ancak, Kahramanmaraş’taki acı olaylar üzerine sıkıyönetim ilanına kendimizi mecbur hissettik. Zaten sanırım, Kahramanmaraş olayları, bazı çevrelerce, bizi sıkıyönetim ilanına zorlamak için tezgâhlanmıştı.”[7]
12 Eylül Davasının İddianamesine de bu olaylara askeri müdahalenin geciktirildiği anlatılıyor ve sorumluların asker kişiler olduğu belirtiliyordu:
“Kaynaklarda ve tanık beyanlarında kısmi çelişkiler bulunsa da, esas olarak Kahramanmaraş olaylarında Emniyet kuvvetlerinin olaylara müdahaleden el çektirildiği, Kahramanmaraş’taki Valinin emrindeki askeri birliklerin ise olayın en yoğun yaşandığı günlerde müdahalede yetersiz ve pasif kaldıkları, il dışından talep edilen askeri birliklerin olayların yoğun olarak yaşandığı günlerde gelmedikleri, büyük kayıplar yaşandıktan sonra ancak 25 Aralık 1978 tarihinde müdahalede bulundukları anlaşılmıştır.”[8]
Kahramanmaraş olayları sadece bir örnektir. Darbe öncesi gerçekleşen tüm toplumsal olaylarda benzer ihtimaller ve bir takım deliller bulunmaktadır. Ayrıca ülke yönetimini ele geçirdikten sonra demokrasiyi en hızlı şekilde tesis etmek göreviyle hareket ettiklerini söyleyen Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin demokrasi anlayışını yansıtan çok önemli bir husus da Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Raporunda belirtilmektedir. Buna göre 6 Kasım 1983 tarihinde serbest seçimler yapılmış olmasına rağmen, Turgut Özal Hükümetinin kurulduğu 8 Aralık 1983 gününe dek MGK ve Danışma Meclisi çalışmaya devam etmiş, önemli yasaları yapma işini seçimle iş başına gelen yasama meclisine bırakmak yerine hükümetin kurulduğu tarihe kadar adeta aceleyle tüm önemli kanunlar çıkarılmıştır. Bu da demokratik bir sistemin değil, askeri kontrol altında hareket eden hükümetlerin faaliyetlerine izin verileceğinin göstergesidir. Bu anlayış Türkiye Cumhuriyeti devlet geleneğinde bugüne dek tamamen aşılamamıştır.[9]
Davanın yargılama aşaması boyunca ulaşılamayan belgeler, alınamayan cevaplar ve cesaret edilemeyen hukuki analizler, yeterince bilgilendirilmeyen kamuoyunun bu davaya dair beklentilerini sembolik olmaktan öteye taşıyamamıştır. Kaldı ki Darbe sonrasında işkenceli sorgularda olağanüstü gözaltı süreleri ile tutularak yaşamını yitirenler, sağlıklarını kaybedenler, ülkeden kaçmak zorunda kalanlar, vatandaşlıktan çıkarılanlar, işinden atılanlar, demokratik hakları tamamen ellerinden alınan tüm toplum 30 seneden uzun bir süredir darbeden kaynaklı çok fazla zarara uğramıştır. Tüm bu zararların tazmin edilmesi, toplumsal barışın sağlanması ve geçmişte devlet tarafından işlenen suçlarla yüzleşmek, Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesinde 2012/3 Esas numaralı davada görülen celselerle sınırlı kalabilecek boyutta değildir. 1.200.000 kişinin fişlenmesinden, 600 bin kişinin işkence görmesinden, aralarında 18 yaşından küçüklerin de bulunduğu 51 kişinin adil yargılama yapılmaksızın idam edilmesinden bahsedildiği unutulmamalıdır. Toplumun ve bireylerin sırf insan olmakla sahip oldukları tüm hakları gasp edilmiş ve ülke silah tehdidiyle bir korku imparatorluğu haline getirilmiştir. Haklarını ve demokratik kanalları kullanmak konusunda uzun yıllar pratiksiz kalan bir toplumun, darbenin gerçekten bir suç olduğunu ve kendilerine bunu yapmaya ülkenin ordusunun hakkı olmadığını, bunun insanlık dışı ve insanlığa karşı bir suç olduğunu anlayabilmesi için sanıkların malvarlıklarına el konulması, askeri unvanlarının kaldırılması ve darbe dolayısıyla elde ettikleri ve elde etmeye devam ettikleri tüm maddi kazanımların öncelikle kesilmesi gerekiyordu. Ancak bütün bunlar mahkeme tarafından ihsas-ı rey anlamına geleceği için reddedildi.
Latin Amerika ve Avrupa’da gerçekleştirilen Askeri Darbe yargılamalarında hiçbir zaman Türkiye’deki gibi darbe ve darbecilere destek veren ciddi toplumsal gruplar ortaya çıkmamıştır. Türkiye’de bu grupların halen varlığını etkin bir biçimde, üstelik demokrasiden yana olduklarını da görüşlerine ekleyerek sürdürebilmelerinin sebebi, darbeleri gerçekleştiren ordu mensuplarının, sistematik işkencelerden bile yargılansalar hiçbir zaman gerektiği gibi yargılanmamalarından ve her zaman bizzat yargı eliyle korunmalarından kaynaklanmaktadır. O yüzden yargılamanın etkili olabilmesi için kamuoyunda yargılamanın adil ve etkin olduğuna dair inancın geliştirilebilmesi ve bağımsız mahkemelere toplum tarafından güven duyulması gerekmektedir. Türkiye’de yargı erkinin bağımsızlığı ve yargılamaların adilliği tartışmalıdır. Kamuoyu bu yargılamalara dair yeterli bilgi alamamakta, mahkeme ve yasama meclisi gerçekleri açığa çıkarması için gerekli olan devlet belgelerine, kanunen bunu yapmaya hakkı olmasına rağmen ulaşamamaktadır. Devleti asgari de olsa koruma refleksiyle hukuken var olan imkanlar kullanılmamakta, uluslararası hukukun imkanlarından gerektiği ve zorunlu olunduğu gibi faydalanılamamakta ve sonuçta hukuki ve akademik açıdan kadük iddianame ve mütalaalarla “tarihi” davaların “tarihi” önemi ıskalanmaktadır. 12 Eylül Askeri Darbesi Davasının esasa ilişkin iddia makamı mütalaası da bu tür iddianame ve mütalaalara güzel bir örnektir.
İddia Makamının Esasa İlişkin Mütalaası ve Eksiklikler
Mütalaada soyut hukuki bir tartışma yapılmış, bu tartışmada iddianamede yer alan ve hukuk fakültelerinde okutulan ceza hukuku kitaplarından alındığı izlenimi veren tespitlerin pek çoğu aynen tekrar edilmiştir. Bu soyut ceza hukuku tartışmasına, siyasi parti liderlerine ve Cumhurbaşkanına uyarı mektubu gönderilmeden çok önce ortaya çıkan darbeye zemin hazırlama çalışmaları dâhil edilmemiş, basit bir asayiş meselesine indirgenen darbe öncesi dönemin pek çok ölümle ve katliamla sonuçlanan toplumsal olaylarının darbe suçuyla ve sanıklarla bağı teorik de olsa kurulmamıştır. Hazırlık hareketlerinin, icrasına başlanması gereğini dahi aramadan cezalandırıldığı Balyoz Davası ve yine hükümete karşı ele geçirilen planların ve hazırlık hareketlerinin cezalandırıldığı Ergenekon Davası düşünüldüğünde bu tutum anlaşılmazdır. Mesela YURT-KOR belgesiyle 1987 yılına dek devlet yönetiminde darbecilerin etkisinin devam ettiği ortaya çıktığı halde darbe sonrası dönemde meydana gelenlerden sanıkların sorumlulukları mütalaada değerlendirilmemiş ve fiili vakalar ortada olmasına rağmen bu bağlantılar kurulmamıştır. Mahkemenin fiilen ortada olan bu vakaları daha kapsamlı bir hukuki yorumla değerlendirmesi mümkündür ancak böylesi bir hükmün tesisi kamuoyunca beklenmemektedir.
Mütalaada öncelikle iddianamede yer alan darbe öncesi döneme kısaca değinildi ve 12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarının toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarıldığı belirtildi. Darbenin en az bir yıl öncesinde müdahale fikrinin ortaya çıktığı, dönemin siyasi parti liderlerine ulaştırılmak üzere Cumhurbaşkanına uyarı mektuba verildiği ve darbe sonrasında cezaevleri ve karakollarda sistematik olarak işkence yapıldığı, toplumun bütününün hak ve özgürlüklerinin kullanılamaz hale getirildiği belirtildi.
Sanıkların suç tarihinde yürürlükte bulunan 765 Sayılı TCK.’nın 146. Maddesine açıkça muhalefet ederek konumları itibarıyla komuta kademesinde bulundukları TSK.’nın Devlet içerisinde hiçbir kurumun karşı koyması mümkün olmayan silahlı gücüne dayanarak yasama ve yürütme organlarının yetkilerini ele geçirdikleri belirtildi ve yaratılan bu fiili durumun sanıkların eylemlerinin hukuka aykırılığını ortadan kaldırmadığı, dolayısıyla da yargılanmasını imkansız kılmadığı ifade edildi.
Yapılmakta olan yargılamanın Türkiye tarihinde başarı ile gerçekleştirilmiş bir darbenin yargılandığı ilk dava olması sebebiyle öneminin vurgulandığı mütalaada, sanıkların yargılanamayacaklarına dair iddia ve savunmalarına örnek ve cesaret oluşturan temel dayanağın geçmişte gerçekleştirilmiş ve yargılanmamış darbe ve muhtıraların yer aldığı belirtildi.
1982 Anayasasının halk oyuna sunulmuş olmasının kendi suç teşkil eden eylemlerinden doğan fiili duruma meşruiyet kazandırdığı iddiasına da değinildi. 1982 Anayasasının halkoyuna sunulmasına dair kanunun çoğunluğun oyuyla kabul edilmesinin sebeplerinin, kanunun 5. Maddesi ile bu kanunun eleştirilmesine izin verilmemiş olması, 12. Maddesi ile de oy kullanmamanın 5 yıl süreyle seçme ve seçilme hakkından mahrum bırakılmakla cezalandırılması ve Anayasa kabul edilmediği takdirde Siyasi Partiler Kanunu yapılamayacağı ve demokratik sisteme geçilemeyeceği, dolayısıyla da belirsizliğin devam edeceğine dair kaygılar olduğu dolayısıyla halkın iradesinin baskı yoluyla sakatlandığı bir halkoylamasının sonucunun sanıkların suç ile oluşturdukları fiili duruma meşruiyet kazandırmadığı belirtildi.
765 Sayılı TCK’nın 146. Maddesi “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilâtı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisini ıskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs edenler, ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasına mahkûm olur” hükmünü içermektedir. Mütalaada belirtildiği gibi suçun maddi unsuru Anayasanın tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya [bozma ve değiştirme veya ortadan kaldırma] cebren teşebbüs etmektir. Buradaki cebir (zor kullanma) maddi veya manevi olabilir. Manevi cebrin suç için öngörülen neticeleri doğurmaya elverişli olması gerekir. 146. Maddede öngörülen neticeleri doğurmaya elverişli olmasının yanı sıra, aranan manevi cebrin Anayasayı değiştirmeye yetkili kişi ve kişilere karşı da olması gerektiği mütalaada belirtilmiştir. Mütalaaya göre;
“Elinde, devlet içerisinde başka bir kurumca karşı konulamayacak bir güç bulunan Silahlı Kuvvetlerin, Anayasal demokratik sistem içerisinde hiyerarşik olarak bağlı olduğu, Başbakan ve tüm siyasi partileri doğrudan, bunların temsil edildiği TBMM’si ile Cumhurbaşkanını dolaylı olarak, üstelik Türkiye Cumhuriyet tarihi içerisinde darbe gerekçesi olarak kullanılan TSK İç Hizmet Kanununun 35. maddesini ima ederek uyarı mektubu göndermesi, tehdit niteliğindedir. Aynı zamanda bu tehdit manevi cebir niteliğindedir. Dolayısıyla niteliği belirtilen uyarı mektubuyla 146. madde ihlal edilmiştir.”
Sanıkların savunmalarında belirttikleri gibi, TSK İç Hizmet Kanununun 35. Maddesinin askeri darbe yapma yetkisi verdiğinin kabul edilmesinin mümkün olmadığı, zira bu durumda 765 Sayılı TCK’nın 146 ve 147. Maddelerinin bir anlamı kalmayacağı, Anayasal bir suç için yetki veren bir kanun hükmünün Anayasa üzere bir norm olarak kabul edilmesi gerektiği ve bunun mümkün olmadığı mütalaada belirtilmiş ve söz konusu 35. Maddenin hiç kimseye anayasal düzeni ortadan kaldırma ve diktatörlük kurmaya yol açacak bir yetki vermediği sonucuna varılmıştır.
Sanıkların 1982 Anayasasının 2010 yılında gerçekleştirilen referandumda kaldırılan 15. Maddesinin[10] kendilerini yasada belirtilen dönemlerdeki tasarruflarından dolayı cezai, hukuki ve mali sorumluluktan kurtardığı iddiasına karşılık mütalaada bu geçici maddenin sürekli bir yasak olarak algılanmasının Anayasanın lafzına ve ruhuna aykırı olacağı belirtilmiş ve isabetli bir ifadeyle “Anayasa geçici bir maddesiyle bir dönemde çıkan yasama işlemleri yönünden kendini yok kabul edemez” denilmiştir. Geçici 15. Maddenin bazı hukukçular tarafından iddia edildiği gibi bir af maddesi olamayacağı zira hiçbir af kanununun yürürlüğe girdiği tarihten sonra gerçekleşecek eylemler için uygulanamayacağı belirtilmiştir.
Sanıkların zamanaşımı itirazlarına dairse, gerek Anayasa gerekse Türk Ceza Kanunlarında yer alan hükümlerin soruşturma ve yargılamanın yapılmasına engel bir hal söz konusu ise zamanaşımının bu engel kalkana dek işlemeyeceğinin öngörüldüğü hatırlatılmış ve sanıkların söz konusu suçları için eylemlerin gerçekleştiği 02.01.1980 ve 12.09.1980 tarihlerinde işlemeye başlayan zamanaşımının 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 09.11.1982 tarihinde durduğu ve 2010 yılında gerçekleştirilen referandum sonrası çıkarılan kanun ile tekrar işlemeye başladığı belirtilmiştir.
Uluslararası hukuk ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalar yönünden yapılan değerlendirme sonucu “Uluslararası topluluk tarafından tanınmış bir insanlık suçunun ulusal hukuk tarafından suçun işlendiği tarihte tanımlanmamış olması yargılamanın yapılmasına engel değildir” sonucuna varılmış, Venedik Komisyonunun 2011 tarihli raporuna atıfla, “Geçmişte işlenen insanlık suçlarının soruşturulması, eylemin gerçekleştirildiği tarih itibariyle uluslararası hukuka göre insanlığa karşı işlenen bir suç olarak kabul ediliyorsa kanunilik ilkesine aykırı değildir. Bu suçlar için zamanaşımı süresi de söz konusu değildir” ilkesinin derdest davada da dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır.[11]
Sonuç olarak mütalaada sanıkların 765 Sayılı TCK’nın 146/1 maddesine uyan 02.01.1980 tarihindeki suçu, 12 Eylül 1980 tarihi ve devamında işlemiş oldukları Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçunun icrası kapsamında işledikleri belirtilmiş, haklarında 765 sayılı TCK’nın 80. maddesindeki zincirleme suç hükümlerinin uygulanması ve sanıkların eylemlerine uyan ve suç tarihi itibarıyla lehlerine olan 765 sayılı TCK’nın 146/1, 80, 31 ve 33 maddeleri uyarınca ayrı ayrı cezalandırılmalarına karar verilmesi kamu adına talep olunmuştur.
Mahkeme Kararı ve Yargıtay Aşaması
İki sanıklı 12 Eylül yargılaması 18 Haziran 2014 tarihinde sonuçlandı. Mahkeme sanıkların 765 sayılı TCK’nın 146. maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına ve takdiri indirim uygulanarak müebbet hapis cezasına çarptırılmasına ve 1632 sayılı Askeri Ceza Kanununun 30. ve 31. maddelerinin uygulanmasına ve askeri rütbelerinin geri alınmasına karar verdi.[12] Böylece Türkiye siyasal tarihindeki en önemli davalardan olan bu yargılama darbeden 32 yıl sonra, emir komuta zincirinin doğurduğu sorumluluk hiç dikkate alınmaksızın, sınırlı sayıda sanıkla, sınırlı bir dönem için (1980-1983 arası) ve sınırlı suçlamalarla (insanlığa karşı suçlar, zorla kaybetmeler ve hukuk dışı keyfi infazları içermeden) içi boşaltılarak başlatılmış, yürütülmüş ve sonuçlandırılmış oldu.
Yerel mahkemeden çıkan karar Yargıtay’a gidene kadar sanık Kenan Evren 9 Mayıs 2015’te, Tahsin Şahinkaya ise 9 Haziran 2015’de hayatını kaybetti. Yargıtay’a giden yerel mahkeme kararı sanıkların ölümü üzerine hızla incelendi ve Yargıtay davanın zamanaşımı ve ölüm nedeniyle düşmesine karar verdi.[13] Bozma üzerine yeniden inceleme yapan Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi de 4 Mayıs 2017 tarihli duruşmada bozma kararına uyarak Yargıtay kararı doğrultusunda, davanın zamanaşımına uğradığına ancak sanıkların ölümü nedeniyle ‘karar verilmesine yer olmadığına’ hükmetti. Mahkeme ayrıca sanıklar hakkında Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkarma cezası ve rütbe değişikliğine yer olmadığına da hükmetti ve bu karar artık her ikisi de hayatta olmayan sanıkların mirasçılarının dahi korunması, varislerin sanıkların her türlü mali ve sosyal haklarından yararlanmasının garanti altına alınması demekti.[14]
Düşme yönündeki kararı, katılan tarafın temyiz etmesi üzerine dosya tekrar Yargıtay 16. Ceza Dairesi’ne gönderildi. Yargıtay ikinci kez yaptığı incelemede bu kez davanın ‘ölüm nedeniyle ortadan kaldırılmasına karar verilmesi gerektiğine’ hükmetti . Yargıtay kararının ardından dava Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden görüldü. Yerel Mahkeme Yargıtay bozma kararına uyarak sanıklar Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında açılan kamu davasının ölüm nedeniyle ortadan kaldırılmasına, sanıkların malvarlıklarına el konulması ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkarılması ve askeri rütbelerinin geri alınmasına da yer olmadığına hükmetti.
Müşteki avukatları her aşamada iddianamede sayfalarca yer verilen işkence ve suikastlerin tek biri için dahi cezalandırma talep edilmemesi/ceza verilmemesindeki çelişkiye dikkat çekerek davanın göstermelik ve içi boş bir yargılamaya dönüştürüldüğünü dile getirdiler. Katılan avukatları suçlamalar bakımından etkili bir kovuşturma yapılmasını, işkence, zorla kaybetme ve infaz suçlarının tamamının insanlığa karşı suçlar olarak değerlendirilmesini, zamanaşımı söz konusu olmaksızın soruşturma yapılması gerektiğini belirttiler fakat herhangi bir sonuç alamadılar.
Dosya son aşamada müşteki vekillerinin temyizi üzerine yeniden Yargıtay 16. Ceza Dairesi’ne gitti. (2020/1589E.) Dosyanın karara çıkmayı beklediği aşamada bu kez de 16. Ceza Dairesi kapatıldı ve dosya Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne devredildi. Yargıtay 3. Ceza Dairesi de son aşamada Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin düşme kararını onadı.(21/04/2022 tarih 2021/1903 E.-2022/2231 K)
Değerlendirme
Ceza yargılamalarında verilecek ceza kuşkusuz önemlidir ve bu iki darbe sanığının müebbet hapis cezası ile cezalandırılmaları, unvanlarından ve mali kazanımlarından mahrum bırakılmaları geçmişle yüzleşmek adına bir adım sayılabilir. Ancak gerçeğin ortaya çıkarılması ve toplumsal hafızanın yenilenmesi açısından bakılacak olursa şekil itibariyle eldeki dava bu yönde bir amaca hizmet etmemiş, daha çok mevcut siyasi iktidara karşı girişilen başarısız darbe girişimlerinin yargılandığı bir dönemde kaçınılması imkansız, göstermelik değilse hiç yoktan sembolik bir yan dava olarak yürütülmüştür. Darbe öncesinde, darbe sırasında ve darbe sonrasında gerçekleştirilen sistematik insan hakları ihlalleri ve insanlığa karşı suçların araştırılması için yapılan başvuruların ilerlemeyen soruşturmaları bunun en güzel kanıtıdır. Darbelerin gerçekleştirilmesinde yer alan asker ve sivil tüm unsurların, cezai, hukuki ve mali açıdan yargılanmaları, medya, iş dünyası ve diğer sivil itici güçlerin askeri darbeler üzerindeki etkileri de her yönüyle araştırılması için bu dava ancak bir başlangıç sayılabilir.
[1] 2011/646 soruşturma, 2012/2 esas ve 2012/2 iddianame numaralı iddianame
[2] 1982 TC Anayasası, Geçici 15. Madde: “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.Bu karar ve tasarrufların idarece veya yetkili kılınmış organ, merci ve görevlilerce uygulanmasından dolayı, karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükümleri uygulanır.”
[3] Bkz. AİHM, Kolk ve Kisliyi v. Estonya, no. 23052/04, 2006, Kononov v. Letonya no. 36376/04,2010, “Condor Plan” Davası (José Nino Gavazzo Pereira), Uruguay Yüksek Mahkemesi, 2009, Amerika Ülkeleri İnsan Hakları Mahkemesi, Barrios Altos v. Peru Davası, 2001.
[4] Sanıklar Son Savunmaya Dek Duruşmaya Katılmayacak, 17 Ocak 2013, Bianet, Serhat Korkmaz, <http://bianet.org/bianet/insan-haklari/143625-saniklar-son-savunmaya-dek-durusmaya-katilmayacak>
[5] Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2012/3 Esas Sayılı Dosyasının, 21.11.2012 tarihinde Süleyman İnce Başkanlığında gerçekleştirilen 10. Celsesinin Duruşma Tutanağı.
[6] Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2012/3 Esas Sayılı Dosyasının, 21.11.2012 tarihinde Süleyman İnce Başkanlığında gerçekleştirilen 10. Celsesinin Duruşma Tutanağı.
[7]Zafer Üskül, Siyaset ve Asker Cumhuriyet Döneminde Sıkıyönetim Uygulamaları, Afa Yayıncılık, İstanbul, 1989, s.190, TBMM, Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu, Cilt 2, Kasım 2012, s. 781’de alıntılanmıştır.
[8] Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 2012/2 numaralı 12 Eylül Davası iddianamesi, s. 19-20.
[9] Seçimler ile hükümetin kurulması arasındaki sürede demokrasi bir kez daha hiçe sayılarak MGK ve Danışma Meclisi tarından çıkarılan yasalar: • 8 Kasım 1983 Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu, • 11 Kasım 1983 Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu, • 11 Kasım 1983 Kamu Konutları Kanunu, • 13 Kasım 1983 Askeri Hâkimler Kanununda Değişiklik Kanunu, • 13 Kasım 1983 Anayasa Mahkemesi Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun, • 13 Kasım 1983 Basın Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun, • 13 Kasım 1983 Tekel Bey’ileri Üçte Birlerinin Dağıtımı Hakkında Kanun, • 14 Kasım 1983 Türkiye Radyo ve Televizyon Kanunu, • 14 Kasım 1983 Nükleer Enerji Santralları Kurumu Kuruluşu Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, • 19 Kasım 1983 Harp Okulları Kanununda Değişiklik Kanunu, • 19 Kasım 1983 Yargıtay Kanununda Değişiklik Kanunu, • 21 Kasım 1983 Yükseköğretim Üst Kuruluşları ile Yüksek Öğretim Kurumlarının İdari Teşkilatı Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, • 22 Kasım 1983 Boğaziçi Kanunu, • 1 Aralık 1983 Çanakkale Boğazında Bozcaada ve Gökçeada’da İmar ve Gecekondu Kanunu Uygulamaları ile İlgili Bakanlar Kurulu Kararı, • 6 Aralık 1983 12 Eylül 1980 Öncesi Siyasi Çekişme ve Çatışma Ortamına Benzer Bir Durumun Önlenmesi Hakkında Kanun. TBMM, Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu, Cilt 2, Kasım 2012, s. 741.
[10] 13.05.2010 tarih ve 27580 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan ve halkoyuna sunulan 07.05.2010 kabul tarihli 5982 sayılı kanunun 24. maddesi ile mülga edilmiştir.
[11]Avrupa Konseyinin Anayasal konulardaki danışma organı olan Venedik Komisyonunun, Peru Anayasa Mahkemesinin müracaatı üzerine yayınladığı 24 Ekim 2011 tarihli ve 2011/634 numaralı raporu. Raporun orijinal metni için bkz. <http://www.venice.coe.int/webforms/documents/?pdf=CDL-AD(2011)041-e > [son erişim Kasım 2013]
[12] Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesinin 2014/137 Esas, 2014/181 Karar sayılı ve 18 .06.2014 Tarihli kararı
[13] Yargıtay 16 Ceza Dairesinin 2015/5829 Esas, 2016/4175 Karar sayılı ve 21.06.2016 Tarihli kararı
[14] Ankara 10 Ağır Ceza Mahkemesinin 2016/330 Esas, 2017/127 Karar sayılı ve 4 Mayıs 2017 Tarihli kararı