Em Te Ji Bîr Nakin*

AZAD ALİK

12314580_1208767555804648_531297795082808227_o Diyarbakır Barosu başkanı, avukat ve insan hakları savunucusu Tahir Elçi, 28 Kasım’da, Diyarbakır’ın Sur ilçesindeki silahlı çatışmalarda zarar gören tarihi Dört Ayaklı Minare önünde yaptığı basın duyurusunda, “tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkma” ve “silah, çatışma, operasyon istemiyoruz” çağrısı yapmıştı. Tahir Elçi, basın duyurusu için bulunduğu yerde kimliği henüz belirlenemeyen kişi/kişiler tarafından öldürüldü. Elçi, 15 Ekim 2015’te gazeteci Ahmet Hakan’ın CNN Türk’te yayınlanan Tarafsız Bölge programına katılmıştı. Konuklardan biri ya da birkaçı azınlık veya farklı etnik gruplardan kişilerse mutlaka devletin veya milliyetçi ideolojinin aktörleriyle karşı karşıya getirildiği bir formata sahip, bu itibarla yapısal bir yanlılık içeren bu programın yetkilileri, Tahir Elçi’nin katıldığı gün de onun karşısına MHP milletvekili Uygar Aktan’ı koymuştu. Aktan’ın “PKK’nin terör örgütü olup olmadığına ilişkin” tacizkar yorumları ile şekillenen bu tartışma sonrasında, Tahir Elçi sarf ettiği sözler nedeniyle linç kampanyasına maruz kaldı. Devamında, Elçi’ye, 23 Ekim 2015 tarihinde Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hakkında Terörle Mücadele Kanununun (TMK) 7/2 maddesi uyarınca “Terör örgütü propagandası yapmak” suçundan kamu davası açıldı. Hakkında kaçma şüphesi nedeniyle çıkarılan yakalama kararı ardından, Elçi, sabahın erken saatlerinde Diyarbakır adliyesindeki baro odasında göz altına alınarak tutuklanma talebiyle İstanbul’da Bakırköy 1. Sulh Ceza Hakimliği’ne götürüldü. Duruşmada ise serbest bırakılarak, kendisine adli kontrol tedbiri uygulandı. Adli kontrol tedbirlerinden biri de yurt dışına çıkma yasağıydı. Elçi duruşmada yaklaşık 3 saat ifade verdi. Elçi’nin yurt dışı yasağı öldürülene dek geçerli kaldı.

Tahir Elçi’nin öldürülmesinden duyduğumuz üzüntü ve öfkeyi ifade etmek oldukça zor. Elçi, meslek hayatının büyük kısmını insan hakları savunuculuğu, köy boşaltma, işkence ve zorla kaybetme (“faili meçhul”) davalarının avukatı olarak geçirmişti. Tahir Elçi’nin anısına, onun CNNTürk’te sarfettiği görüşler nedeniyle, ifade özgürlüğü hiçe sayılarak TMK’dan yargılandığı mahkemede verdiği ve İMCTV tarafından daha önce yayımlanmış savunmayı  yeniden  yayımlıyoruz. Savunma, Türkiyeli okurlar için sadece bir ifade özgürlüğü ve hukuk dersi değil; aynı zamanda 2012 sonlarında başlayan, pek çok iniş çıkışa rağmen devam eden üç senelik Çatışmasızlık ve Çözüm sürecinin ve 2015 Temmuz’undan başlayan silahlara dönüş ve çatışma döneminin hakkaniyetli bir değerlendirmesi de.

Tahir Elçi, Kürdistandaki pek çok sivil toplum lideri gibi, barış ve çözüm sürecine verdiği yapıcı destek ve çatışma döneminde tarafların sorumluluk ve hatalarını olduğu gibi cesurca ortaya koyan tespit ve çağrılarıyla, eğer bir gün Türkiye ve Kürdistan’da barışın tarihi yazılacaksa bunun önde gelen isimlerinden biri olarak yerini alacaktır. Tahir Elçi, devletin Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı topraklarda sürdürdüğü adaletsizlik, şiddet ve tahribatla ulusal ve uluslararası mecralarda yargı yoluyla mücadeleye hakkı ödenemeyecek katkılar sundu. Kaybımız çok büyük!  

Tahir Elçi, kendisine isnat edilen suça karşı mahkemede verdiği bu savunmada, son zamanlarda Türkiye’deki kamusal alanda rastlamadığımız kadar berrak, net, sağduyulu ve analitik bir şekilde Türkiye’nin güncel tarihini, devleti, Kürdistan’ı ve “Kürt meselesini” anlatıyor bize… Türkiye’de anaakımdan farklı fikirler ortaya koyan ve kalıcı bir çözümü inşa etmenin yollarını cesaretle arayan kişiler sokakta rahatlıkla öldürülüyor ve faillerine ulaşılamıyorsa, burada kurumları, yasaları, siyaset-hukuk ve güvenlik aktörleri, toplumu ve medyası ile birlikte hepimizi topyekün sorumlu kılan bir suç var demektir. ]

Tahir Elçi**

Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki, idari olarak Cumhuriyet Savcıları her ne kadar Adalet Bakanlığı’na bağlı olsalar da soruşturma açısından bağımsız hareket etmek zorundadır. Çünkü tüm kamu haklarını korumak durumundadır. Ben bu soruşturmanın bağımsız olarak başlamadığını, Ankara’dan hükümet üyeleri tarafından verilen talimat üzerine başlatıldığını düşünüyorum.

Bana zaten ilk sorunuzla herkes tarafından terör örgütü olarak kabul edilen bir yapıya neden terör örgütü demediğimin sorulmasından ön yargılı davrandığınızı veya ön yargılı olduğunuzu düşünüyorum. Ayrıca benim yüzümü dahi görmeden ve ifademi almadan hakkımda yakalama kararı talep etmiş olmanız da ve bu yakalama kararına ilişkin talebiniz de hakime gerçeğe aykırı bilgi sunarak talepte bulunmanız da talimatla hareket ettiğinizi düşündürüyor. Çünkü mahkeme kararında benim hareketli olduğum ve adresimde sabit bulunmadığım gerekçesi, hakkımda yakalama kararı çıkarılmasına gerekçe kılınmış. Bu bilgi gerçek dışıdır. Hakkımda cuma günü soruşturma başlatıldığını basından duymuş olmama rağmen Diyarbakır şehir merkezini ve adresimi terk etmeyerek dün yani haftanın ilk iş günü gün boyunca Adliye’deki baroya tesis edilen odada ifademe davet edilmemi beklerken, böyle bir davet almamış, mesai saati bitiminde hakkımda yakalama kararı çıkarıldığını yine medyadan öğrenmiş bulunmaktayım. Bu kararı duymam üzerine ilk iş olarak Diyarbakır Başsavcısını aradım ve kararın infazı için baro başkanlığında beklediğimi kendisine bildirdim.

Öncelikle bu konuşma çok katılımcılı bir tartışma programı sırasında sarf edilen bazı sözlerimden hareketle başlatılmıştır. Soruşturmaya konulan sözlerin, ultra milliyetçi bir siyasi parti temsilcisi ile yaptığım bir tartışma sırasında sarf edilmiştir. Bu yayından sonra özellikle hükümete yakın bazı yayın organları beni tahkir ve tehdit edecek şekilde bir kampanya başlatmışlardır.

Buna paralel biçimde belirli bir merkezden yönlendirildiği açık olan yoğun bir linç kampanyası başlatılmıştır. Bazı histerik gruplar ölüm biçimimi bile ayrıntılı biçimde yazarak sosyal medya üzerinden beni tehdit etmiş, ayrıca baro telefonlarımız aranarak sözlü olarak da tehdit edilmiş durumdayım. Savcılık makamının ve hakkımda karar veren hakimliğin bu linç kampanyasında saf tuttuğunu düşünüyorum. Ayrıca seçim arifesinde hükümet teröre karşı mücadelede ne kadar şiddetli ve hiddetli olduğunu toplumun bir kesimine göstererek seçim malzemesi yapmıştır. Zaten hükümet yetkililerinden Yalçın Akdoğan da bu kanaatimi doğrulayan bir takım açıklamalarda bulunmuştur.

Bir savunma örgütünün, bir baro başkanının, bir televizyon programı sırasında sarf ettiği sözler nedeniyle hemen hakkında ceza soruşturmasının başlatılarak hakkında yakalama yoluna gidilmesi ve üstelik alt sınırı 1 yıl olan bir suç nedeniyle beyanı bile alınmadan hakkında yakalama kararı çıkarılması, Türkiye’de demokratik özgürlüklerin, ifade özgürlüğünün ve tutuklama hukuku bakımından yargının bu tutumu hazin bir tablo oluşturmaktadır.

Başında bulunduğum hukuk örgütü Türkiye’de öteden beri mesleki sorunların dışında hukuk, insan hakları ve toplumsal meselelere ilişkin çeşitli çalışmalar yapmakta, raporlar hazırlamakta, fikir ve tavsiyelerde bulunmakta, bu faaliyet ve kimliği ile toplumda en çok bilinen, ismi duyulan en etkili meslek örgütlerinden biridir.

Ben de başkanı olduğum bu kurumun üç yıldan bu yana bir çok çalışmasına ön ayak oldum. Son üç yıldır süren barış ve çözüm süreci diğer bir ifade ile bu meselede silahların devreden çıkarılması ve demokratik yollarla yoğun bir çalışma yürüttük, hükümetin bu konudaki çalışmalarına tereddütsüz destek sunduk. Diyarbakır ve bölgedeki birçok sivil toplum kuruluşuna öncülük ederek, barışçıl yolla çözümü için katkı sunmaya çalıştık. Bu çalışma ve çabalarımızı bizzat sayın Başbakan ve Hükümet üyeleri yakından bilmektedir. Müteaddit kereler Başbakan ve Bakanlarla bizzat yüz yüze görüşerek görüş ve önerilerimizi sunduk. Son üç aydır özellikle silahların yeniden devreye girdiği bu dönemde bu silahlı sürece şahsım ve baro olarak net bir tutum aldık. Bu silahlı sürecin Türkiye toplumunun hiçbir kesimine yararının bulunmadığını defalarca çağrılarda bulunarak sona erdirilmesi talebinde bulunduk. Silahların yeniden devreye girmesinde hem örgütün hem de hükümetin sorumluluğunun bulunduğunu ifade ettik. Yine bu son üç ay içerisinde özellikle şehir merkezlerinde, sivil insanların yaşadığı alanlarda, hendek ve barikatlar oluşturarak çatışmalara yol açan uygulamaları açıkça eleştirdik. Bu hususları üstelik yazılı bir şekilde de hem kamuoyuna ifade ettik, hem de raporlarımızda vurguladık. En son Cizre’de sekiz günlük sokağa çıkma yasağında 52 sayfalık rapor haline getirdik ve kamuoyuna sunduk. Bu raporumuzun sonuç ve öneriler kısmında silahlı örgütün şehir merkezlerindeki hendek ve barikat oluşturma, mayın döşeme ve güvenlik görevlileri ile sivil alanda çatışmaya girmesine karşı çıktık ve eleştirdik. Bu uygulamaların operasyona gerek kalmadan, çatışmaya mahal vermeden, toplumun farklı kesimlerinin devreye girerek çözüm bulunması talebinde bulunduk. Bütün bu uygulamalara karşı tek net tutumu başında bulunduğum meslek örgütü göstermiştir. Bunun da ne kadar büyük bir risk almayı gerektiğini ifade etmek istiyorum. Ayrıca ben şahsen de önemli bir meslek kuruluşunun başkanlığını yapan, 30 yıldır süren, elli bin insanımızın yaşamına mal olan çok ağır toplumsal tahribatlara yol açan, bu meselenin çözümü üzerine yoğunlaşan, düşünen, fikir üreten, tavsiye ve eleştirilerde bulunan bir hukukçuyum.

Bizim gibi sivil aktörlerin bütün bu çabaları içerisinde, bir televizyon kanalındaki sarf ettiği bir ifade nedeniyle hemen hakkında ceza soruşturması başlatılarak, yakalama yoluna gidilmesi bu meselenin barışçıl yollarla çözülmesine çok büyük bir darbe oluşturmaktadır. Ben anayasada ve uluslararası sözleşmelerce de garanti altına alınan ifade özgürlüğümü kullandım. Bu hakkımı kullanırken resmi görüşün veya ultra milliyetçi bir siyasi partinin mesele ve olguları ifade ve tanımlama biçimine uymak zorunda değilim. Bu ifade ve tanımlama biçimim iktidarı ve toplumun bazı kesimlerini rahatsız edebilir. Hatta sarsabilir. Zaten ifade özgürlüğü bunun için vardır. Ben bu derece ağır bir meselenin merkezinde yaşayan ve çok önemli bir meslek örgütünün başında olan bir sivil olarak, kendimi özgürce ifade edemeyeceksem resmi ve belli bir siyasi anlayıştan farklı bir görüş veya yorum ifade edemeyeceksem bu kadar tarihi ve toplumsal meseleyi nasıl çözeceğiz?

Soruşturma konusuna gelince söz konusu programa katılmam için program moderatörlerinden davet aldım. Bana tartışma konusunun Ankara’da yaşanan ve yüzü aşkın insanımızın yaşamına mal olan bombalama nedeniyle başbakanın yaptığı bir açıklamaya ilişkin olacağı söylendi. 18 kişilik IŞİD üyesi canlı bomba listesinin ellerinde olduğunu ancak hukuk devleti olmamız nedeniyle bunlar hakkında yakalama yapılamadığını söylemesi üzerine görüşlerimizi sunacaktık. Ben bu çerçevede kendimi hazırlayıp bu programa gittim. Televizyon binasına vardığımda Ankara’daki bombalama eylemine ilişkin yayın yasağının getirildiğini, bu nedenle meselenin içeriğini konuşamayacağımızı, dolayısıyla daha çok yayın yasağını ve meselenin genel yönlerini tartışabileceğimiz söylendi. Ben program başında yayın yasağının hukuksal bir analizini yaptım. Diğer konuklar da aşağı yukarı bu yönüyle meseleye girdiler. Ancak MHP’li bir milletvekilinin tamamen konu dışına çıkarak hemen terör ve terör örgütü gibi kavramları yoğun bir biçimde kullanarak ve özellikle anayasa ve siyasi partiler yasasına göre halen faaliyetlerini yürüten son seçimlerde altı milyonu geçer oy almış ve seksen milletvekili ile parlamentoda yer almış HDP’yi topyekün bir terör örgütü olarak sundu.

Bunların ne kadar oy alırsa alsın muhatap alınamayacağını, kendileri ile konuşulamayacağını ve suçlu olduklarını söyledi. Bu şekilde program asıl konusundan saptırarak başka konulara sürükledi. Moderatör de konunun aslında sapmasına müsamaha gösterdi. Benim dışımda başka konuşmacılar da bu milletvekilinin tutumuna sert bir şekilde tepki gösterdi. Ben de bu milletvekilinin yaptığı değerlendirmeye ilişkin söz almak istedim. Önce bana söz verilmedi ancak konuşmaların seyri esnasında ben de söze girmek zorunda kaldım. Ancak aynı milletvekili toplumun belli bir kesimini suçlu göstererek bana yönelik sert tutumunu devam ettirdi. Bunun üzerine ben soruşturmaya konu olan sözleri sarf ettim. Ben bu sözlerin arkasındayım ve doğru olduğuna inanıyorum. Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki dünyadaki en yüksek çatı kurumu olan Birleşmiş Milletler’in teröre ilişkin üzerinde anlaştığı bir tanım yoktur. Ayrıca Birleşmiş Milletlerin bir organı olan Güvenlik Konseyi’nin veya diğer organlarının terör örgütü listesi yoktur. ABD ve Avrupa Birliği’nde de yakın zamana kadar bir terör listesi yoktu. ABD, 11 Eylül’den sonra dünyada silah kullanan hükümet dışı tüm örgütlere toptan bir listeleme yapmış, Avrupa Birliği Ülkeleri de bu tarihten çok sonraları listelemeye başlamıştır. Avrupa Birliği PKK’nin çatışmaların en yoğun yaşandığı ve kırk bin insanın hayatını kaybettiği dönemde bile terör örgütü listesi tanımlama yoluna gitmemiş; ancak ilginç şekilde silahlı örgütün 2000 yılında silahı bıraktığını, daha doğrusu eylemlere son verildiğini ilan ettikten sonra sınıflama yoluna gitmiştir. Bu terör örgütü listesi tamamen formaliteden ibarettir.

Nitekim biri Irak Cumhurbaşkanlığı yapmış, diğeri bölgesel hükümetin başkanlığını yapmış Barzani ve Talabani de bir zamanlar böyle bir listede yer aldıkları halde Türkiye Cumhuriyeti pasaportlarıyla AB ve ABD başkentlerinde resmi bir şekilde karşılanmışlardır. Ve bu iki terör örgütü denilen partinin neredeyse tüm dünya başkentlerinde bir taraftan terör örgütü nitelemesi yapılırken, diğer taraftan temsilcilik açmasına müsaade edilmiştir. Öte yandan halen Birleşmiş Milletler’de üye olmayan devlet enstitüsü Filistinin kurucu örgütü olan FKÖ ve Kosova Kurtuluş Ordusu olan UÇK da bir dönem bir çok ülke tarafından terör örgütü olarak kabul edilmiştir. Yine Güney Afrika Cumhuriyeti’ndeki Afrika Ulusal Kongresi isimli yapı da terörist olarak kabul edilmiştir. Ama daha sonra bu örgütün başındaki Mandela devlet başkanı oldu. Gerek yetkililer tarafından, gerek soruşturma savcısı olarak sizin tarafınızdan “bütün dünyanın terör örgütü olarak tanımladığı bir örgütü neden terör örgütü olarak kabul etmiyorsunuz” sorusuna ilişkin olarak; terör örgütü dediğiniz bu yapı ile ABD hükümeti son bir ay içerisinde bir çok kez Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne çağrıda bulunarak diyalog ve müzakereye dönülmesini istemiştir. ABD’nin kastettiği bu diyalog ve müzakerenin kiminle yapılacağından herhalde kimsenin kuşkusu yoktur. Kastedilenin terör örgütü denilen yapı olduğu açıktır. Avrupa Birliği yetkilileri de çeşitli defalar aynı çağrıda bulunmuşlardır.

İki gün önce Ülkemizi ziyaret eden Almanya Başbakanı da Kürtlerle tekrar barışma ve diyaloğa dönülmesini söylemiştir. Hükümetin tek tek Kürt yurttaşlarıyla sorunu olmadığına göre Almanya Başbakanı’nın kastettiği açıktır. Öte yandan Filistin örgütlerinden HAMAS, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terör örgütü olarak kabul edilmekte ve terör listesinde yer almaktadır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti hükümeti HAMAS’ı terör örgütü olarak kabul etmek bir yana, bu örgütün lideri Halit Meşal’i Türkiye’de resmi olarak ağırlamakta ve kendisine devlet başkanı protokolü uygulamaktadır. Daha da önemlisi hali hazırdaki başbakanımız Sayın Davutoğlu bütün dünyanın barbar ve vahşet örgütü olarak kabul ettiği IŞİD’i terör örgütü olarak görmediğini ifade etmiştir. Bütün bunlarla şunu ifade etmeye çalışıyorum terör örgütü tanımlaması ve listesi uluslararası ilişkilerde bir formalite niteliğindedir. Ve bugüne kadar bu şekilde nitelendirilen tüm örgütler ile resmi olarak ilişki kurulmuştur. Nitekim BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Rusya’nın Ankara Büyükelçisi iki gün önce PKK’yi bir terör örgütü olarak görmediğini ifade etmiştir.

Ben şahsen PKK/KCK’yi bir bütün olarak terör örgütü kavramı içinde tanımlanamayacağını, bu örgütün ortaya çıkış şartları, tarihsel nedenler, 30 yıl istikrarlı bir şekilde yürüttüğü silahlı çatışma potansiyeli, kırk bin militanını silahlı çatışmada kaybetmiş olmasına rağmen, halen on beş – yirmi bin silahlı militanı bünyesinde barındıran, Türkiye ve dünyada düzenli örgütlenmesi olan Kürt toplumunda bir dizi siyasal, kültürel ve sosyal taleplerinin de savuncusu olduğunu söyleyen ve Kürt toplumu arasında çok önemli bir desteğe sahip olan bu örgütün bir terör örgütü kapsamı içerisinde tanımlanamayacağını düşünüyorum. Nitekim sayın Cumhurbaşkanı ve Başbakan sürekli olarak HDP’yi terör örgütünün siyasi bir uzantısı olarak tanımlamakta ve siyasi temsilcisi olarak suçlamaktadır. 7 Haziran seçimlerinde bu parti ülke genelinde altı buçuk milyon oy almış, doğu ve güneydoğu illerinin çok büyük bir kısmında yüzde sekseni aşan halk desteği almıştır. Bu kadar büyük bir toplumsal desteğe sahip olan bir yapıyı terör örgütü olarak nitelemenin mümkün olmadığı açıktır. Dünyanın hiç bir yerinde bir terör örgütünün dolaylı bir biçimde bile olsa seçimlere girdiği, dil ve kültürel taleplerde bulunduğu, anayasal önerilere ilişkin paketler sunduğu görülmemiştir. Nitekim bu yönü nedeniyle de toplumsal desteği ve bu niteliği ile terör örgütü niteliğini aşan bir yapıda olması itibariyle bu örgütün cezaevindeki hükümlü lideriyle bir diyalog ve müzakere süreci başlatılmış. Devletin bir numaralı bürokratı dahil olmak üzere kendisi ile üç yıl boyunca müzakereler yürütmüşler. Bu süreç sonunda hükümetin de onayladığı on maddelik bir çerçeve metin oluşturulmuş ve başbakanın resmi ofisi olan Dolmabahçe Sarayı’nda üç bakanın katılımıyla kamuoyuna deklare edilmiştir. Öcalan örgütüne çağrıda bulanarak kongresini resmi olarak toplamasını ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı silahları tamamen devreden çıkarmasını, silahlı mücadeleye son verilerek siyasi mücadeleye geçilmesi talimatını vermiştir. Toplumumuzun en ağır meselesini bu şekilde demokratik yollarla çözümü şans ve fırsatı ortaya çıkmışken her nasıl olmuşsa bu süreç bozulmuştur. Bütün bu yaşananlar hükümetin de klasik bir yaklaşımla terör örgütü olarak görmediğini tevil yollu olarak ortaya koymuştur. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı bir süre önce diyalog ve müzakerenin yeniden başlayabileceğini beyan etmiştir. MHP başta olmak üzere bazı siyasi çevreler terör ve terör örgütü kavramı üzerinden siyaset yaparak, buradan kendilerini yaşatarak nemalanmaya ve siyasi rant elde etmeye çalışmaktadırlar. Neredeyse kamuoyu önünde yapılan bütün tartışmalarda bazı siyasetçiler veya kişiler tartışmayı bu noktaya getirerek problemlerin sağlıklı bir şekilde çözülmesinin önünde bariyer olarak çalışmaktadır. Ben şahsi olarak düşman, işgalci ordu veya terör ve terör örgütü gibi kavramlarla bu meselelerin çözülemeyeceğini, bu kavramlaştırma ve ifade biçiminin sorunu daha da derinleştirdiğini düşünüyorum. Zira aynı programda örgütün terör niteliğinde eylemlerinin altını çizmekle birlikte, asla bunları tasvip etmemekle birlikte, teknik ve kavramsal olarak terör örgütü nitelemesinin yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bu ifadeyi kullandım. Bunu sadece bir tespit amacıyla yaptım yoksa örgütün propagandasını yapmak gibi bir gayret yoktur. Aksine MHP milletvekili olan konuşmacı bu programda seçim kampanyası dönemi olması nedeniyle de yoğun bir ajitasyon ve propaganda söylemi oluşturmuştur.

Ben insan yaşamına yönelen her türlü eyleme karşıyım. Kime yönelik olursa olsun asker, polis veya diğer güvenlik görevlisi fark etmez. Ancak sivillere yönelik olan eylemlere ise nereden gelirse gelsin kesin bir dille karşı tutum alıyoruz. Bu bağlamda devletin de geçmişten günümüze kadar insan haklarının ağır ihlalini oluşturan, eylemin niteliği itibariyle terör eylemi olarak kabul edilebilecek birçok olay olmuştur.

Örneğin ulusal ve uluslararası makamlar önünde kendilerini temsil ettiğim, Şırnak’ın Kuşkonar ve Koçağılı Köylerine yönelik savaş uçaklarımız tarafından 1994 yılında hedef gösterilerek yoğun bir bombalama eylemi yapılmış. Tamamı çocuk, kadın ve yaşlı olamak üzere kırkı aşkın sivil ve masum insan hayatını kaybetmiştir. Devletin Jandarma İstihbarat örgütü olan JİTEM masum sivil yurttaşı evlerinden, sokaklarından veya arama noktasından alarak kısa yoldan, yargısız olarak infaz etmiştir. Yine devletin resmi görevlileri tarafından binlerce köy yakılarak boşaltılmıştır. Silahlı örgütün Güvenlik Görevlilerine yönelik eylemlerine misilleme olarak kendileri hakkında örgüte yardım ettiğinden kuşkulanılan, yüzlerce masum köylüyü devletin resmi görevlileri tarafından alınarak kurşuna dizilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yukarıda belirttiğim iki köy ile ilgili benzer ve diğerleri/Türkiye kararında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin insancıl ve çatışma hukuku olarak bilinen Cenevre Sözleşmesi hükümlerini ihlal ettiğini saptamıştır. Son üç ay içerisinde biz baro olarak hem güvenlik görevlilerin yürüteceği operasyonlarda, hem de yasa dışı örgütün sivil yerleşim alanlarda yürüttüğü eylemler nedeniyle insancıl hukuk ilkelerinin ihlal etmemeleri yönünde çağrıda bulunduk. Bu çerçevede Hava Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta bir köyü bombalamasını, silahlı militanların da trafik polisleri gibi güvenlik görevlisi de olsa silahsız operasyonel görevlerde olmayan görevlilere karşı eylemlerinin insancıl hukuk ilkelerini ihlal ettiğini belirttik. Sonuç itibari ile ben Türkiye’de Türk, Kürt ve tüm toplumsal kesimlerinin birlikte ve barışçıl bir şekilde yaşamalarının kaçınılmaz olduğu, Kürt ve Türk toplumunun bu yönde güçlü bir iradeye sahip olduğunun, bu birlikte yaşama zeminine zarar veren türlü eylem ve uygulamadan kaçınılması gerektiğini düşünüyorum. Son üç aydaki yazılı belgelerimiz bile incelendiğinde nereden kaynaklanırsa kaynaklansın şiddete ve silahlı çözüm yöntemine karşı ne kadar net tutum aldığımızı herkes görecektir. Ne şu ya da bu kesime yakın durmak için yapmıyoruz. Tamamen Türkiye toplumunun tümüne karşı vicdani ve ahlaki sorumluluğumuzun bir gereği olarak yapıyoruz. Ben bir suç işlemedim, sarf ettiğim sözler suç oluşturmaz. Ben resmi ve başka siyasi kesimlerin görüş ve tanımlamalarını kabul etmiyorum.

Bir bütün olarak PKK’nin böyle bir tanımlamaya oturtulamayacağını düşünüyorum.

 

*   Seni unutmayacağız

** İmctv web sayfasından alınan metnin redaksiyonu yapılmıştır.   Kaynak: imctv, 20 Ekim 2015, http://www.imctv.com.tr/tahir-elci-sozlerimin-arkasindayim/

Yayınlanma tarihi

1 December 2015

Kategori Listesi