Lice Davası, sessiz sedasız sonuçlandı. Sonuç da, “cezasızlık” oldu.
Sessiz sedasız cezasızlık…
Zaten, bu aralar Türkiye’de en önemli şeyler sessiz sedasız oluveriyor. Üzerine asıl tartışılması gereken şeyler duyulmuyor; üzerine konuşulmuyor bile.
“Lice Davası” deyince, bilfiil konuyla ilgilenler dışında davaya konu olan olayları değil bir çırpıda hatırlayabilmek; olan bitenin ne olduğunu anımsamak, bilebilmek dahi çok uzak gelebilir.
Diyarbakır’ın Lice ilçesinde 22 Ekim 1993’te 15 sivilin, bir askerin ve dönemin Jandarma Bölge Komutanı Bahtiyar Aydın’ın öldürülmesiyle sonuçlanan katliamdan bahsediyoruz…
İşte bu olayın davasının sonucunda “beraat” kararı verildi. Bu davanın son duruşması, İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 6 Aralık 2018 Cuma günü gerçekleşti. Bu duruşma, davanın beşinci yılındaki 14. duruşmasıydı ve kararı veren mahkeme, tek sanık dönemin Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı emekli Albay Eşref Hatipoğlu’nun beraatına hükmetti.
Aslında, Liceliler ile beraber “Devlet’in” kendisinin de “mağduru” olduğu bir davaydı bu. Az önce belirttiğim gibi, bir asker ve dönemin Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın da bu olayda öldürülmüştü.
Bu açıdan bakıldığında, aslında “Devlet” var/“Devlet” var veya “Devlet, Devlet’e karşı” gibi bir ruhu da vardı bu davanın.
Böyle bakınca, bu davanın başlangıcının da enteresan bir hikâyesi var diyebiliriz:
Olaydan 20 yıl sonra, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tam da zamanaşımı süreci dolacak ve Lice Katliamı resmen “faili meçhul” kalacakken, birden iddianame düzenlenleyiverdi.
Zamanaşımı süresinin dolmasına tam bir gün kala düzenlendi bu iddianame…
İddianamede dönemin Diyarbakır Jandarma Alay Komutanı Eşref Hatipoğlu ve Üsteğmen Tünay Yanardağ’ın “taammüden öldürme, halkı isyana ve birbirini öldürmeye teşvik ve cürüm işlemek üzere teşekkül oluşturma” suçlarından yargılanmaları talep edildi.
2013’te, Lice Katliamı soruşturmasının “yargının” kapsama alanına girivermesinin iki sebebi vardı: bir tanesi ve başlıcası konuyu sahiplenen ve ayan beyan adaletsizliklere rağmen, hukuk yoluyla adalet aramaktan vazgeçmeyen mağdur yakınları ve cesur, kararlı, dirayetli, “iyi” avukatlar. Ki, aralarında Tahir Elçi de vardı.
İkinci sebep de, “Devlet’in” o dönem konunun kapanıp gitmemesine niyet etmesiydi; daha doğrusu “Devlet” içinden birilerinin…
Şiyar Kaymaz’ın Bianet için kaleme aldığı bir yazıdan alıntılarsak:
“90’larda devletin derin yapılanmaları tarafından planlanan konsept içinde Sivas, Bingöl (33 Asker), Cizre, Kulp ve Lice gibi yerler seçilmişti. Bu konsept, yargısız infazlar köy boşaltmalar ve siyaseti dizayn edecek eylemler yaptı. 2000’li yıllarla beraber AB ile ilişkiler dolayısıyla içerisine girilen süreç Türkiye’de bu tür kanunsuz JİTEM’vari örgütlerin alanlarını kapatıyordu artık.”
Şiyar Kaymaz, Lice Katliamı’nda yakınlarını kaybetmiş biri; o bahsettiğimiz, hukuk yoluyla adaleti aramaktan yılmayanlar. Davanın müdahillerinden ve “Lice Adalet Arıyor Platformu”nun kurucularından. Ve de KHK ile ihraç edilmiş de bir öğretmen…
Devamlı “aradığınız numaraya ulaşılamıyor” sesi dinler gibi, aradığı adalete bir türlü ulaşamayan ama gene de yılmayanlardan.
Mağdurlar (tabii hayatta kalabilenler), mağdur yakınları ve Lice Katliamı’nı “mesele eden” avukatlar, olay gerçekleştikten hemen sonra, 1990’ların o karanlık ortamında adaleti hukuk yoluyla arama çabasına girişmişti. Önlerine hep büyük engeller çıktı: bir kere, “Devlet’in rutin dışına çıkmasının rutin haline geldiği” 1990’ların vahşi ve hunhar ortamında, iç hukuk yolları hemen tükeniverdi.
Yılmadılar.
Lice Katliamı dosyası, 1994’te, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önüne gitti. Başvurudan dört gün sonra dava, 15 Mayıs 1994’te “kabul edilebilir” bulunarak AİHM önündeki hukukî süreç başlatıldı.
2004’te Mahkeme, etkin soruşturma yapılmadığı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edildiği gerekçesiyle, Türkiye’nin başvuruculara maddî ve manevî tazminatla birlikte, yargılama gideri olarak 225 bin Euro ödemesini kararlaştırdı.
Hukukî olarak, gene de konu Türkiye’nin kendisinde savsaklandı; ta ki, zamanaşımı günü gelip çatana kadar, soruşturma askıda kaldı.
21 Ekim 2013 günü, gene Ankara’nın karanlık koridorlarında birşeyler döndü, bir güç çekişmesi yaşandı ve zamanaşımına da izin verilmedi: sonunda iddianame düzenlendi ve Lice Katliamı dosyası yargı konusu olabildi.
Ama davanın, “makuslaştırılmaya çalışılan” kaderinde sürüncemeler, engeller bitmedi.
Bu arada, tüm bu süreçte, Eşret Hatipoğlu tutuklandı. Ama neden?
Temmuz 2018’deki haberlere dönüp bakalım:
“İzmir’in Foça ilçesinde bulunan İngiliz Burnu mevkiinde geçtiğimiz Çarşamba günü eşiyle gezmeye giden Lice davası sanığı 74 yaşındaki emekli Albay Eşref Hatipoğlu aynı yere Çiğli ilçesinden gezmeye giden Sinan Akbal (35) ve Bilgin Emre’nin (34) bulunduğu araçla yolda karşı karşıya geldi. Taraflar arasında yol verme yüzünden başlayan sözlü tartışma, araçlardan inilince büyüdü.
Emekli Albay Hatipoğlu, üzerindeki beylik tabancasıyla önce havaya sonra yere ateş etti. Akbal, Hatipoğlu tarafından omzundan vuruldu.”
Böyle bir ironi.
Lice Katliamı davası tek de değil, “faili meçhul” davaları bir seri katilin kurbanı olurcasına cezasızlıkla sonuçlanıyor:
Musa Çitil Davası: Mardin’in Derik ilçesinde 13 kişinin öldürülmesiyle suçlanan Ankara Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Musa Çitil ile ilgili Çorum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılama, 2014’te Çitil’in beraatıyla sonuçlandı.
Cemal Temizöz Davası: Şırnak, Cizre’de 1993-95 yıllarında 21 kişinin gözaltında kaybedilmesi ve faili meçhul cinayetle öldürülmesiyle ile ilgili davanın 49. duruşması, Eskişehir 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2015’te Temizöz ve diğer sanıkların beraatiyle sonuçlandı.
Kulp Davası: Diyarbakır ili Kulp İlçesi Alaca Köyünde 1993 yılında gözaltında katledilen 11 sivil yurttaşın faillerinin yargılandığı ve kamuoyunda “Kulp Davası” olarak bilenen davanın Ankara 7.Ağır Ceza Mahkemesi’nde Eylül 2018’de sanıkların beraatiyle sonuçlandı.
Vartinis Davası: 1993’te Muş’un Korkut ilçesine bağlı Vartinis köyünde yaşayan, en küçüğü 14 yaşında olan Mehmet Nasir Öğüt, Eşref Oran, Sevda Öğüt, Sevim Öğüt, Mehmet Şakir Öğüt, Mehmet Şirin Öğüt, Aycan Öğüt, Cihan Öğüt ve Cinal Öğüt evlerinde yakılarak öldürüldü. Bu cinayetlerin, Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesi’nde Mart 2016’da görülen duruşmasında tüm sanıklar beraat etti.
Bugün Lice Katliamı Davası’nın varlığını 20 yıldır sürdürebilmiş olması; “iyi” avukatlardan da kaynaklanıyor demiştik: Yunus Muratakan, Keziban Yılmaz, Nuşin Uysal, Abdullah Zeytun, Mazlum Demirbağ, Özlem Öngörükaranlık ve tabii, Diyarbakır Barosu’nun şimdiki Başkanı Cihan Aydın ve bir önceki başkanı Ahmet Özmen, yeni kuşakta davanın yılmayan avukatlarından, insan hakları savunucularından. Tahir Elçi aramızda yok; o boşluk da dolmaz ama yeni kuşakta da işte böyle adalet mücadelesi bayrağını taşıyanlar var.
Halen tutuklu olan Eşref Hatipoğlu’nun başka davalardaki sanıklığının bitmediğini anımsatalım: Sanığı olduğu Kızıltepe JİTEM Davası, 18 Aralık 2018 günü Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesi görülecek. Mardin’in Kızıltepe ilçesinde 1992-1996 yılları arasında 22 kişinin yasadışı keyfi infaz edilmesi veya zorla kaybedilmesi” davasının duruşması…
Başka “hafıza davaları” da var sırada:
Ankara JİTEM Davası duruşması 31 Ocak 2019 günü Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde.
Dargeçit JİTEM Davası’nın bir sonraki duruşması 6 Şubat 2019 günü Adıyaman 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde.
Musa Anter ve JİTEM Ana Davası bir sonraki duruşması, 20 Mart 2019 günü Ankara 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde.
Milan Kundera, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’na, “İnsanın iktidara karşı mücadelesi, hafızanın unutmaya karşı mücadelesidir” diye başlar.
Geçmişin değil, geleceğin; geleceği kazanmanın davaları bu davalar…
Gülüşün ve Unutuşun Kitabı’ndan devam edelim:
“[Ç]ok daha iyi bir geleceğin yaratılmak istendiği söyleniyordu bağrıla çağrıla. oysa bu doğru değildi. Gelecek kimsenin umrunda olmayan, ilgisiz bir boşluktur. Geçmiş ise yaşam doludur, kızdırır, başkaldırtır, yaralar. O kadar ki, bu yüzden onu yok etmek ya da yeniden yaratmak isteriz. Geleceğe egemen olmak istenilmesinin nedeni , geçmişi değiştirecek güce sahip olmaktan başka bir sey değildir.”
Adalet mücadelesinin hiç bitmeyen ilk sayfasında olabiliriz ama bir koskoca kitap da var önümüzde…
Mesele de, o kitabı beraber yazmak zaten. Mutlu sonun ta kendisi, herkese ve her şeye rağmen bu mücadeleyi, kararlılığı hiç bırakmamak. Adalet arayışının, o arzunun ve idealin yolunda hiç pes etmemek. İnsan olmak, insanlığın gereğini yerine getirmek, o “mutlu sona” ulaşmak da kitabın kendisini nasıl yazdığınız, o süreçleri (her kadar, ne zorluklarla da olsa) hak ettiği, hakkını vererek yaşamak.
Acıları, kırgınlıkları, hayal kırıklıklarını “unutmasak,” geride bırakamasak yaşayamazdık; hayata devam edemezdik. Ama, hatırlamadan da, hafızasız da, yok oluruz.
Hafıza, biziz çünkü; benliğimiz, olduğumuz. Geçirdiğimizi bilemeden geçireceğimizi de yaratamayız çünkü: geçmişi anlamaya çalışmadan, geçmişin aynasında yüzümüze bakmadan o “güzel geleceği”, mutlu sonları-daha doğrusu başlangıçları-hiçbir şeyi yaratamayız.
Geçmiş ile yüzleşmeden var olamayız; olamayız.
Hatırlayalım o zaman; Lice Katliamı Davası’nın sürecini anımsayalım. Anımsayalım ki, peşini bırakmayalım:
Sözü, geçmişle yüzleşme konusunda uzmanlaşan Hafıza Merkezi’nin derlemesine bırakalım; emeklerine saygımdan özellikle hiç değiştirmeden aynen alıntılıyorum. Hafıza Merkezi’nin, bu tip geçmişin karanlığı ile yüzleşme vasfını taşıyan davaları takip, belgeleme ile ilgili çok büyük emekleri, çabaları var. Bu emeğin, olduğu gibi de görülmesini istiyorum-tabii, Hafıza Merkezi’nin kurucularından Osman Kavala’nın bir yılı aşkın süredir tutuklu olduğunu da anımsayalım:
Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye başlanan dava daha sonra “güvenlik gerekçesiyle” Yargıtay 5. Ceza Dairesi tarafından Eskişehir’e nakledildi. Eskişehir’de özel yetkili mahkeme olmadığı gerekçesiyle buradaki mahkeme heyetince Diyarbakır’a geri gönderilen dosya, buradan da İzmir’e taşındı.
İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesi, 13 Haziran 2014 tarihinde sanıkların taşıdığı kamu görevlisi sıfatı nedeniyle yargılanmaları için izin alınması istemiyle dosyayı HSYK’ya gönderdi ve yargılama durduruldu.
29 Ocak 2015’te HSYK durdurulma kararını bozdu ve yargılama başladı. 1 Haziran 2015’te görülen duruşmada mağdur avukatlarının ısrarları sonucu Eşref Hatipoğlu’nun çapraz sorgulanması talebinin kabul edilmesi üzerine, mahkeme sorgulamanın uzun süreceği düşüncesiyle bir sonraki duruşma tarihini 7-8 Ekim 2015 olarak belirledi. Ancak, Eşref Hatipoğlu duruşmada can güvenliğinin tehlikede olduğu gerekçesiyle 18 Eylül’de adliyeye gelmiş, 15 dakikalık ifade verdikten sonra ayrılmıştı. Özellikle sanık sorgulamasına dair usulsüzlük sebebiyle mağdur avukatları bu duruşmada reddi hakim talebinde bulunduysa da bu talep reddedildi.
Eşref Hatipoğlu, 24 Aralık 2015’te İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmaya yine katılmadı. Hakkında zorla getirilme kararı verildi. 17 Mart 2016 tarihli 5. duruşmada Sanık Eşref Hatipoğlu ilk kez mahkeme salonunda hazır bulundu. Müşteki avukatlarının sorularına yanıt veren Hatipoğlu’nun tutuklanma talebi bir kez daha reddedilirken duruşmalardan vareste tutulması talebi kabul edildi.
Yargılama süresince katılan avukatların keşif yapılması ve tanıklıkların dinlenmesi başta olmak üzere pek çok talebi reddedildi. Bunlardan en çarpıcı olanı da 17 Kasım 2016 tarihli duruşmada Mahkeme, daha önceki celsede değerlendirmek üzere ertelediği dönemin Başbakan Yardımcısı Deniz Baykal ile OHAL Valisi Ünal Erkan’ın ifadelerine başvurulması ve olayların ardından bölgede bulunan gazeteci Tayfun Talipoğlu ile Mithat Bereket’in dinlenmesi yönündeki taleplerin “yargılamaya katkısı olmayacağı” gerekçesiyle reddedilmesi oldu.
27 Mart 2018 tarihli duruşmada savcı açıkladığı mütalaada sanıklardan Eşref Hatipoğlu hakkında cezalandırılması için kesin ve inandırıcı delil bulunmadığından beraat kararı verilmesini, Tünay Yanardağ hakkında ise cezalandırılmasına yeterli delil elde edilemediği ve sanık 2015 yılında ölmüş olduğundan hakkındaki davanın düşmesine karar verilmesini talep etti. Katılan avukatlarının mütalaaya karşı beyanlarını hazırlamak ve sunmak için adli tatil sonrasına dek uzun bir süre talebi kabul görmedi.
6 Temmuz 2018 tarihli son duruşmada katılan avukatlarının esas hakkındaki mütalaaya karşı beyanlarını hazırlamak üzere süre talebi reddedildi. Bunun üzerine yargılama süresince keşif başta olmak üzere, çeşitli evrak ve tanık taleplerinin reddedildiğini, bu durumun mahkemenin tarafsızlığını yitirdiğini gösterdiğini ifade eden müşteki avukatları reddi hakim talebinde bulundu. Reddi hakim talebi değerlendirilmek üzere dosyanın İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesine oy birliği ile karar verildi. Katılan avukatlarının reddi hakim talebinin reddine yönelik itirazlarını sunabilmek için süre verilmesini, dosyanın daha sonra gönderilmesini istemesi üzerine mahkeme itiraz gerekçelerini dilekçe ile sunmaları için avukatlara 15 gün süre verdikten sonra dosyanın itiraz için gönderilmesine karar verdi.
Son söz olarak:
“Biz bitti demeden, bitmez” mi diyorlardı?