Türkan Elçi
Bugün yaptığımız gibi gidenlerin isimlerini, cisimlerini bilmez, acizliğimizden onlara sayılardan isimler bulurduk. Önce parmaklarımızla sayar, bir, iki, dokuz der ve parmaklarımız gidenleri anlatmaya yetmezdi. Ellinci kişi, doksan dokuzuncu kişi, bilmem kaçıncı kişi gibi sayılardan sıfatlar bulurduk.
Yine içimize içimize gömüldüğümüz zamanlardayız. Ellerimiz kitap raflarında dönüp dolaşıyor, tek gailemiz belki de içinde olduğumuz bekleyişi bir başka zamana ertelemek, belki de geçmişin bitmez acısından bir nebze de olsa kurtulmaya çalışmak. Fakat zihin dimağ, bellek, hafıza her ne derseniz deyin adına, çoğu kez müsaade etmiyor kafamızın içinde kaynayan, fokurdayan geçmişin yok olup kaybolmasına. Sisli geçmiş zamanlar, bazen dumanını arkada bırakan bir tren, bazen böğüre böğüre suyun dalgalarında yalpa yalpa bir gemi, bazen göğün karnında başımızın üzerinden geçen bir yumak bulut olur. Geçmiş, en umulmadık istenmedik anlarda kendini hissettirir, elimizden tutup veya bazen de yakamızdan çekiştirerek bizi dünün kuyusuna indirir, yukarıya tırmanışı olmayan kuyulara.
Hatırlamak kaçışı mümkün olmayan gayriihtiyari bir meseledir. Bu kaçış kovalamaca anlarından bir anda baş ucumda duran kitaba, daha önceden altını çizdiğim kitaba, bakıyorum. Her nedense yeni bir kitaba başlamaktansa ,eskiden okuyup da altını çizdiğim satırlara göz gezdirmek geçiyor içimden. Altı çizili bir satır “Friedrich Von Schiller’in Maria Stuart isimli eserinde bir oyun kahramanına krala hitaben söylettiği “Haşmetli Kralım! Sakın ola ki devletin menfaatini korumayı adalet sanmayınız.” Cümleyi bir kez daha okuyorum, yetmezmiş gibi parmaklarımla dokunuyorum, satırların üzerindeki harflerin her biri bir karıncaya dönüşüyor, meçhule yolculukları başlıyor. Dört yıldır beklediğim iddianame ile ilgi hayal kırıklığım yürüyen karıncaların yerini alıyor. Adalet diyorum, devletin menfaatini korumak diyorum, bilinçli taksir, olası kast diyorum ve geçmişin kuyusuna iniyorum, bir minarenin altında silahlar patlıyor, birileri koşuyor, birileri kovalıyor. Kim kimi ne için kovalıyor? Kim kimi kolluyor? Bildiğim tek şey masum birileri ölüyor. Dedim ya! Hatırlamak kaçışı mümkün olmayan gayriihtiyari bir meseledir. Geçmişin kuyusuna iniyorum, yukarılara tırmanışı olmayan kuyulara.
“Adalet”, “devletin menfaatini korumak” ,”polis ve devlet”, “devletin menfaati, polisin menfaati” ,bilinçli taksir, olası kast, iddianame, cezasızlık… sözcükleri zihnimin bulanık sularında bazen hızlanarak bazen yavaşlayarak kıyıya vuruyor, sonra suyun derinliklerinde kayboluyor, her şey derinliklere gömülüyor. Cümlelerim bitiyor, dört yıldır açılması beklenen iddianameden “adalet “sözcüğünün üzerini kalemle karalıyorum, satırların üzerindeki harflerin her biri bir karıncaya dönüşüyor, meçhule yolculukları başlıyor.
Sayfaları çeviriyorum daha önceden altını çizdiğim başka başka satırlara tekrar dönüyorum.“Yargıçlar kendisini devleti korumak ve kollamakla yükümlü hissetmemeli veya kendisini devletin memuru olarak görmemeli. Devletin resmi görüş ve eğilimlerine üstünlük tanımamalı ya da ‘devletin ali menfaatlerini’ koruma misyonunu üstlenmemeli. Ulusal duygusallıklar ve hezeyanlar, yargıcın kararının oluşumunu etkilememeli. Aksine tutum ve davranışlar yargıcın sübjektif tarafsızlığını ortadan kaldırır, artık tarafsız yargıdan değil, taraflı yargıdan, dolayısıyla ‘siyasal yargıdan’ söz edilebilir.” Bu paragrafı da birkaç kez daha okuyorum, kaburgamın altında dört yıldır biriktirdiğim umutlarım dışarıya açılan pencereden bilinmez yolculuğa çıkıyor. Günden güne azalan, tükenen umutlarımın yolculuğu başlıyor. Göğüs boşluğuma bir boşluk daha ekleniyor.
Yine içimize içimize gömüldüğümüz zamanlardayız. Ölümü beklediğimiz sessiz ve eve kapandığımız zamanlarımız. Ruhumuz, yüreğimiz, gözlerimizle biz bu beklemelere aşinayız, diyorum. Çok uzun bir tarihten bahsetmiyorum dört yıl öncesinden bir zamandan bahsediyorum. Kentlerimizde ölümün kol gezdiği insanların ölüme çağırıldığı zamanlardan bahsediyorum. Ölümlerin durdurulması için sesini duyurmak isteyenlerin bir minarenin altında boylu boyunca yere düştüğü zamanlardan, yanı başındaki caminin kan ılıklığında anın ritmiyle şadırvanından kan renginde akan sudan, semaya kalkan ellerin kendileri için, kendi Tanrılarından bir şeyler diledikleri zamanlardan, ölümler karşısında güvercinlerin sessizce kuğurduğu, kendini duyuramayıp bazalt taşlı cami avlusunda göç mevsimine uçtuğu zamanlardan bahsediyorum. İşte biz göç mevsiminde bugünkü gibi ölümü evlerimize kapanarak beklerdik. Biz bu beklemelere ne yazık ki aşinayız.
Bugün yaptığımız gibi gidenlerin isimlerini, cisimlerini bilmez, acizliğimizden onlara sayılardan isimler bulurduk. Önce parmaklarımızla sayar, bir, iki, dokuz der ve parmaklarımız gidenleri anlatmaya yetmezdi. Ellinci kişi, doksan dokuzuncu kişi, bilmem kaçıncı kişi gibi sayılardan sıfatlar bulurduk. Gidenleri biz o vakitler başladık saymaya, itimadımızdaki, itikadımızdaki eksiklik, şüpheli bakışlarımız çok eskiye dair bir mesel. Çünkü sokaklarımızda dalga dalga yayılan her ölüm -bizi bize anlatan her ölüm- kulaklarımıza ulaşıncaya kadar tevatüre, bir gün düze çıkacağımıza inanabilmek için, gece uykularına rahat dalabilmek için birbirimize anlattığımız masallarımız gecelerin kimsesizliğinde rivayete dönerdi.
Yine içimize gömüldüğümüz zamanlardayız. Herkes birbirinden gizleniyor, insan insandan kaçıyor köşe bucak. Bu vebalı kaçışlara da aşinadır gözlerimiz. Sokak lambası söndürülmüş dar, taşlı sokaklarda yalnız başına karanlıkta hukuk, hak, vicdan, yaşam hakkı, ölüm istemiyoruz… sözcüklerini mırıldanan vebalılar dolaşırdı. Bugün olduğu gibi vebalılardan köşe bucak uzaklaşılır, vebalı sözcükler kapının dışında bırakılır, iki kez hatta yetmedi birkaç kez kapılar kitlenir, vebalı iniltiler sokakların karanlığına terk edilirdi. Hülasa, biz dar sokakların karanlıklarında ölümü beklemeye aşinayız.