Hukukun ve barışın savunucusu, Diyarbakır Barosu’nun Başkanı Tahir Elçi katledildi.
Kendisinin, ülkemizde, hukukun yüzakı bir hukukçu olarak, Kürt illerindeki ağır insan hakları ihlâllerinin, zorla kaybedilmelerin, toplu kıyımların, keyfi gözaltı ve tutuklamaların, yargısız ya da kısayoldan infaz vakalarının mağdurlarının, mağdur yakınlarının haklarının savunulması için, 1990’lardan bugünlere, nasıl çalıştığını onu tanıyanlar iyi bilir.
Hukuk mesleğinin icrası, mutlaka, onun olması gerektiği gibi gerçekleşmeyebiliyor. Mesleğin teknik ve usuli arterlerinde seyredip kapalı ve anlaşılmaz bir dille konuşarak, kibirli bir profesyonel olmak hiç de zor değildir. Bu anlayışla, olgusal gerçeklik ve hukuksal gerçeklik arasına bir duvar çekilmesi de işten değildir. Ve buna rağmen ortaya çıkan bu sonucu “hukuksal gerçek” olarak yutturmaya çalışanlar da olabilir ve azımsanmayacak bir sayıdadır.
Tahir Elçi, böyle bir “hukukçu” olmadı. Çünkü önce insanı görmeyi önemseyen, gerçek bir hukuk insanıydı. “Hukuk” terimi, Arapça “hak” kavramının çoğuludur. Ama bugün, hukuktaki o hakkı arama ve bulma gibi bir gayret ne ölçüde üstün bir değer olarak benimseniyor, sorarım? O halde, “hak” içeriğinden yoksunlaştırılmış bir “hukuk” kabuğu nasıl bir anlam ifade ediyor?
Öte yandan, hak yoksunluğunun, acının ve ona yol açan tehdidin yakınında, ona karşı duruyormuş gibi pozisyon alıp bu durumu bir şekilde idare etmeye çalışma becerisi de, özellikle bizimki gibi ülkelerde, gitgide belirginleşen bir davranış biçimidir. Tahir Elçi’nin cenaze törenini, öldürülen bir insan için yeryüzünde yapılan bu son anmayı “canlı” olarak yayınlayan haber kurumlarının, bu törende konuşan ve O’nun en yakınındaki insanların sesi yerine, kendi muhabirlerinin sesini yükselterek bu olayı nakletmeleri ve asıl sesi susturmaları, maalesef böyle bir tutum değil miydi?
Tahir Elçi’nin hukukçuluğu, olgusal gerçeklerin izini kaybetmeyen ve karşılığını hukukta, hukukun gücünde bulmaya adanmış bir sorumluluğun ifadesi oldu. Bunun neden olacağı her türlü tehdidi, önce hukuk bilgisine ve evrensel anlamda bir hukuki değer düşüncesine olan güveniyle ve daha sonra, zarif, insani, hayatın ve insan ilişkilerinin ayrıntılarını önemseyen, hisseden üslûbuyla karşıladı. Son konuşmasında da olduğu gibi.
Diyarbakır Barosu Başkanı olduktan sonra gerçekleştirdiği çalışmalar da, doğal olarak, Türkiye’de Kürt hakları meselesinin yapısal temelleriyle ilgili oldu. Ağır hak ihlâllerinin hukuk önünde hesabının sorulması, anayasa, dil hakları, demokratikleşme, barış süreci gibi başlıklar altındaki bu çalışmalarda, her katkıya açık ve onu geliştirmeye hazır olduğuna bizzat tanık oldum. Bu çalışmalar, gerçek bir çözüm süreci için birer kaynak niteliğini taşıyor.
Türkiye’de, siyaset yapma ya da bir fikri savunma ile kas ve ses gücü arasındaki büyük yakınlığın, böyle bilgiye bağlı güç ve ince üslûba dayanan duruşu tehdid olarak görmesine şaşırmak zor. Zira bu duruşun karşı tarafındaki üslûp ve söylemin zafiyeti ve bunun doğurduğu asimetri, o taraf bakımından stratejik anlamda bir güçsüzlük ya da güçsüzlük algısı olarak okunabilir. Ve bazıları için rahatsız edici, ürkütücü bulunabilir. Özellikle yaşantınızı ve bekanızı stratejik bir denklemin oynak zemini üzerine kurmuşsanız.
Bir hukukçu olarak, ülkemizde, olgular ile hukuk arasındaki bağları bulmada ve kurmada, o olguların hukukun üstünlüğü için ne kadar da değerli olduğunu göstermek için çaba göstermek değil, çırpınmak gerekiyor. Tahir Elçi’nin, Diyarbakır Barosu adına, uzun sokağa çıkma yasakları ve o süre zarfında meydana gelen kuvvet kullanma eylemleri sonucunda doğan ve can kaybına, yaralanmalara ve zaruri ihtiyaçların karşılanamamasından doğan ağır mağduriyet hallerini dillendirdiği raporları, onurlu hukukçuluğunun son katkıları oldu.
Diyarbakır Barosu’nun yayımı olan, 52 sayfalık Cizre Sokağa Çıkma Yasağı – Yaşanan Olaylar (İnceleme Raporu) – 4 Eylül 2015 – 12 Eylül 2015 başlıklı çalışma, diğerlerinde de olduğu gibi, kendisinin bilfiil içinde yer aldığı bir vaka tespiti (fact finding) çalışmasıydı. Onlarca sivil insanın öldüğü bu vakayla ilgili olarak, tarafsız bir yaklaşımla kayda geçirilen bilgiler arasında, mağdur tanıklıkları, bir ceza soruşturması için çok değerli olan ateşli silahların ve patlayıcıların kullanımıyla ilgili, mermi kovanları, şarapnel gibi deliller de vardı. Ve bunlar yerlerde sürünüyordu; delil değil çöp olmuştu. O raporda bu hale ilişkin fotoğraflar da yer alıyor. Sadece bu raporda değil, o günlerdeki basına da yansıyan ve Tahir Elçi’nin, bir hukukçu olarak, bu duruma isyan eden çığlığı hâlâ kulaklarımızda.
Bu tespitler, bir hukuk devleti olma, hukukun üstünlüğü ilkesine sadakatle ilgili tespitlerdir. Ve üstelik bunu sağlamak için yeni bir anayasa da gerekmiyor. Mevcut anayasa ve mevzuat da yeterlidir. Kısaca, o olguları hukukun alanına taşıma iradesiydi Tahir Elçi’nin ısrarla vurgulamaya çalıştığı.
28 Kasım günü, Diyarbakır’da, Dört Ayaklı Minare önünde yaptığı son konuşması da, o kültürel mirasa ait tarihi değer ve üzerinde meydana gelen tahribatla onun korunmasına dair sorumluluğun, kim olursa olsun, herkesçe saygıya lâyık olduğunu belirtirken seslendirdiği de, aslında, o olgu ve hukuk arasındaki uyuma gösterilecek özendi. Medeniyet kelimesinin, “medine” (kent) kökenine sahip olduğunu hatırlarsak, o konuşmadaki “medeniyet” vurgusunun anlamı belki daha da belirginleşebilir.
Tahir Elçi, kendi yaşantısını da, ilişkilerdeki ince ayrıntıların önemini ve özenle kurulmasını içselleştirmiş bir insan olarak sürdürdüğünü hep hissettirmiştir. Sadece bir ifadesi nedeniyle gözaltına alınıp ama tutuklanmadığının anlaşıldığı o saatlerde kendisini telefonla aramıştım. Ve telefona verdiği cevaptaki ilk cümlesi, heyecanlı ve tebessüm ifadesi olan bir tonlamayla, “Merhaba! Nasılsınız, iyi misiniz?” oldu. Bu, öncelikle, ondan çok benim ona sormam gereken bir soru olmalıydı diye düşündüm. Erken davranmıştı. Ama sonra, bunun, kendisinde hep varolduğunu gördüğüm, karşısındakine kendisinden daha fazla değer vermesi ve bunu başarma gücü olduğunu düşündüm.
Sevgili Tahir Elçi, o soruya bugün farklı bir cevap verme ağırlığına katlanıyoruz: “Hayır, iyi değiliz!” Ve bunun nedenini iyi biliyoruz.