Devletin, suç işleyen kamu görevlisine sağladığı koruma, belki yeni değil ama giderek yaygınlaşan bir uygulama. Son 3 yılda, devletin yargı önüne çıkmasına izin vermediği kamu görevlisinin sayısı 400’den fazla…
Son örnek İzmir’den… Videosu ortaya çıkan Kantar Karakolu’ndaki toplu dayak ve işkence için İzmir Valiliği disiplin cezası uyguladığını açıkladı. Vali’ye göre, ‘Disiplin cezası yeter’di. Cezayı da, işkenceye katılan tüm polislere ve de amirlerine değil, sadece videoda öne çıkan bir polise uyguladığını duyurdu. Vali kamu görevlilerinin toplu işkence suçunu görmezden geldiğini ilan ederken, yargı devreye girmedi, giremedi. Ama girdiğinde de çoğu kez, durum pek değişmiyor.
Mesela, Adana’daki ismi yasaklı ‘Rakı Kebap Festivali’ne silahlı saldırı olayında yargı bu kez devrede. Polis, yüzlerce kişinin ortasında, havaya ateş açarak, alkol karşıtı slogan atan silahlı gruptan 3 kişiyi yakalayabildi. Diğerleri bulunacak, neden ve nasıl yaptıkları sorulacak mı, henüz belirsiz. Ama bu kez disiplin cezasının kurtarmayacağı açık. Rakıya yasak getirerek, gerilimi başlatan Validen de henüz çıt yok. Bu kez Savcılık devrede, o karar verecek.
Ama unutmamak lazım ki, Adana’da 7 ay önceki bombalı saldırıdan sonra savcılığın aldığı ilk karar, soruşturmada gizlilikti. O soruşturma hala karanlıkta. Bombayı kim ya da kimlerin nasıl getirdiği de bulunamadı. Son iki yılda Türkiye genelinde gerçekleşen 17 saldırı ve katliam soruşturması daha gizli yürütülüyor ve hepsi hala karanlıkta. Hemen tümündeki kamu görevlilerinin kasıt, kusur ya da ihmal organizasyonu da hasır altında, Çünkü yargı kararıyla soruşturmalar gizli…
Elbette hasır altında bile görünen, idare ve siyasetin çıkardığı binbir güçlüğe rağmen soruşturma aşamasını geçip, fail ya da failleriyle mahkeme önüne çıkabilen kasıt, kusur ya da ihmal organizasyonları da var. Ama sorun şu ki, o zaman da sonuç pek değişmiyor.
Mesela, önceki gün Ankara’da 8. duruşması görülen Kulp davası, bu açıdan iyi bir örnek. Kulp davası, duruşmalar başladığından bu yana, mahkeme heyetinde 4 kez değişikliğe gidilen bir dava… Son heyet, 3 duruşma önce, gece yarısı atandı. Dosyaya hiç bakamadıklarını, ilk duruşmada heyet başkanı söyledi.
Zaten bu mahkeme de, dava dosyasının gördüğü 4. mahkemeydi; soruşturmanın açıldığı günden bu yana, dosya 4 mahkeme dolaştı. Ayrıca, 7 ayrı savcılık dolaşan Kulp soruşturması da tam 21 yıl sürmüştü. Soruşturmanın da, gözaltında kaybedilen 11 köylünün ailesi ve yakınlarının yaptığı onlarca başvurudan çok sonra, binbir güçlükle açılabildiğini, artık herhalde tahmin etmişsinizdir.
Çünkü, aileleriyle birlikte onlarca tanığın gözü önünde, gözaltına alınan 11 köylü, 1 helikoptere bindirildikten sonra kaybolmuştu ama karakol ya da savcılıklar, gözaltında kayıp başvurusunu kabul etmiyorlar, “PKK kaçırıp öldürmüş olabilir” diyorlardı.
Dosyanın sevkedildiği savcılıklardan biri, 11 köylüyü PKK’nın öldürdüğünü söyleyen tanıklar da buldu ama tanıkların yalan söylediği, PKK’nın olayla ilgisinin olmadığı ancak 2 yılda anlaşılabildi. Bazı gazeteler de yazdı, arşivler de var.
Savcılık, her şeyi gören, hatta yaşayan onlarca tanığı, tam 9 yıl boyunca, hiç dinlemedi bile. Yaşananları film gibi izleyen tanıklar, yıllar sonra ancak ifade verebildi.
Dosyadaki kayıt, ifade ve belgelere göre o gün, Diyarbakır’ın Kulp ilçesine bağlı Alaca Köyü ve çevresinde Bolu 2. Komando Tugayı’na bağlı askerlerin operasyonu vardı. Kimi sabaha karşı yatağından kaldırılarak, karısı ve çocuklarının gözleri önünde, kimi tarlada çalışırken, onlarca köylü gözaltına alındı.
Aslında çoğu tam olarak gözaltına da alınmadı. Tanık ifadelerine göre, gelen askerler, hemen herkesi, yol ve yer göstermeleri için yardıma çağırarak, yakındaki seyyar karargaha götürmüştü. Gidenler, karargahın yanındaki açık alanda, sorgusuz sualsiz 3 gün boyunca tutuldular. Köydeki aile ve yakınları da, onlara yemek taşıdı, endişeyle bırakılmalarını bekledi.
Üç gün sonra gidenlerin büyük bölümü evlerine geri döndüler. Dönmeyen 11 kişi ise, onlarca tanığın gözleri önünde, açık alana indirilen bir helikoptere bindirilerek götürülmüştü. Onları bir daha gören olmadı.
Mayıs 1994’te, Abdullah Ayaz adlı yaralı bir köylü, Lice’de jandarma karakoluna sığındı. Ayaz, 2 gün önce, Geyikdere köyünde, 6 kişiyle birlikte askerler tarafından kurşuna dizildiklerini, kendisinin yaralandığını ama ölü taklidi yaparak kurtulup kaçtığını anlattı. Karakol Komutanı Z. Astsubay, komutanlarının tehditine rağmen, olayı kayda geçirerek, olası ölümün de önüne geçecekti.
Katliamlardan kaçıp kurtulan, tanık olan başkaları da vardı. Bunlardan ikisi ile ilgili savcılık soruşturması da açıldı. Anlatılanlara göre, sorumlular hep aynıydı. Yavuz Ertürk ve komutasındaki Bolu 2. Komando Tugayı, 10 Kasım 1993’te Murat Nehri kıyısında 3 kişiyi, 25 Nisan 1994’te Kulp ilçesinde 7 kişiyi, 6 Mayıs 1994’te yine Kulp’ta 3 kişiyi, 18 Mayıs 1994’te Lice’de 2 kişiyi daha kurşuna dizerek öldürmüştü.
Mağdur aileler, babalarının, eşlerinin, çocuklarının, hiç değilse cenazelerinin bulunmasını, sorumluların cezalandırılmasını tam 3 yıl bekledikten sonra AİHM’e başvurdular. 1997 yılında başvuruları kabul eden AİHM hakimleri, belgeleri inceleyip tanıkları dinlemek için Türkiye’de duruşma kararı aldılar.
Karar Türkiye’ye ulaştığında, 11 köylünün soruşturma dosyası, Diyarbakır DGM Savcılığı’ndaydı. Savcılık hemen harekete geçerek, mağdur ailelerin gözaltına alınıp, AİHM’e başvuru konusunda sorgulanmalarını istedi. Daha şikayetlerini bile dinlememişti oysa.
Savcılık, asli görevi olan kayıpların akıbetini soruşturmak yerine, geride kalanların adalet arayışını sorgulamayı seçmişti. Soruşturmanın akıbetini soran bir aileyi “Artık bunun peşini bırakın” diye tehdit edecek kadar da pervazsızdı.
AİHM, Türkiye’de düzenlediği duruşmalarda günlerce tanık dinledi, belge inceledi. Mayıs 1998’te, ifade verenler arasında, suçlanan Bolu Komando Tugayı’nın komutanı Yavuz Ertürk de gizli tanık olarak yer aldı. Ertürk mahkeme ifadesinde, sözü edilen yerde hiç operasyon düzenlemediğini, olay bölgesinde hiç bulunmadığını anlattı.
Ertürk’ün doğru söylemediği, beş yıl sonra Kolordu Komutanlığı’nın savcılığa gönderdiği gizli ibareli yazıyla da ortaya çıkacaktı zaten ama AİHM, dosyadaki diğer delil ve ifadeleri de dikkate alarak kararını 2001 yılında verdi.
Gözaltında kaybedilen 11 köylü için kılını kıpırdatmayan Türkiye suçlu bulunmuştu ama bu da işe yaramayacak, yargının harekete geçmesi için köylülerin kemiklerinin bulunması bile yetmeyecek, devreye TBMM’nin de girmesi gerekecekti.
Kayıp 11 köylünün kemikleri, 11 yıl sonra, Kasım 2004’te çobanlar tarafından bir toplu mezarda bulundu. Bu sırada soruşturma, sevkedildiği 5. Savcılıkta hala sürüyordu. Aileler ve yakınları savcılığa başvurarak, yer tespiti ile delillerin toplanarak Adli Tıpa gönderilmesini talep ettiler. Savcı, toplu mezarın bulunduğu yere gitmediği gibi, kemiklerin bir torbaya konularak getirilmesini istedi.
Adli Tıp sonuçları iki yıl sonra açıklandı; kayıpların bulunduğu anlaşıldı. Adli Tıp raporuna göre ateşli silahla öldürülmüş, yakılarak gömülmüşlerdi. Kemiklerin teslim edildiği Savcılık, o günlerde, failler konusunda bir PKK hamlesi yaptıysa da, o hamlenin 11 yıl önce yapıldığını hatırlamış olsa gerek, bundan bir daha hiç söz etmedi.
O sırada devreye meclis girecek, soru önergeleri verilecek, 11 köylü için komisyon kurulacak, ama savcılık soruşturması bir türlü tamamlanamayacaktı. Üstelik soruşturma dosyası, önce askeri savcılığa, ardından yeniden sivil savcılığa sevkedilerek 7 yıl daha geçecekti.
Soruşturma ancak, meclisteki sert kürsü konuşmalarından sonra, zaman aşımı süresinin dolmasına saatler kala, 10 Kasım 2013’te tamamlanarak bir iddianameye dönüşebilecekti.
İddianame sunulmuş, kabul edilmiş ve dava açılmıştı açılmasına ama aslında soruşturma tamamlanmış, dosya tekamül etmiş sayılmazdı. Evet kayıt ve belgeler, tanık ifadeleri ve deliller, 11 köylüyü Bolu Komando Tugayı askerlerinin gözaltına alıp, kaybettiğini açıkça gösteriyordu belki ama komutan hariç, suça kim ya da kimlerin katıldığı sorusunun yanıtı bulunamamıştı.
Tüm tanık ifadelerinde adı geçen dönemin Tugay Komutanı Tümgeneral Yavuz Ertürk hariç orada, o sırada görevli subay ve askerlerin kimlikleri hala yok. İfadelerde başka isimler var elbette ama kimlikleri tespit edilebilmiş değil.
Savcının bulamadığını 8 duruşma boyunca mahkeme de sordu ama Tugay Komutanlığı, 2000 yılındaki Düzce depremi sırasında, Tugay arşivi sular altında kaldığı için, hiç bir kayıt bulunmadığını yazdı mahkemeye… 5 duruşma boyunca, bu su baskınının gerçek olup olmadığı ortaya çıkarılamadığı gibi, tugayın personel listesi de 1 yıldır mahkemeye getirilebilmiş değil.
Aslında Genelkurmay Başkanlığı, Kuvvet ve Kolordu komutanlıklarıyla, valiliklere onlarca yazı yazdı mahkeme ama anlaşılan o ki, çoğu kurum tarafından ciddiye alınmadı. Yazılarından, mahkemeye kasıtlı olarak eksik ya da yanlış bilgi verdiği anlaşılan bu kurumlar için bir işlem de yapılmadı.
Ama Asayiş Kolordu Komutanlığı ile Genelkurmay’dan gelen iki yazıyı ayırmak lazım. Genelkurmay gizli ibareli yazısında, “Sözü edilen tarihte, Alaca Köyü ve çevresinde operasyon düzenlenmiştir” derken, Kolordu Komutanlığı’nın yine gizli ibareli yazısında, “Alaca Köyü ve çevresindeki operasyonu 2. Komando Tugayı’nın düzenlediği anlatılıyor, komutanlarının da Yavuz Ertürk olduğu belirtiliyor.
Bu iki yazı, hemen herşeyi özetliyor aslında. “Oraya hiç gitmedim, orada hiç operasyon düzenlemedim” diyen sanık Ertürk’ün yalan söylediğini gösterdiği gibi, istendiğinde kurumlardan bilgi alınabileceğini de gösteriyor.
Bugün malum, dava dosyası gönderildiği 4. mahkemede, 4. heyet değişikliğinin ardından hala mahkeme önünde ve anlaşılacağı üzere, sorunlar da bitecek gibi değil. Ama sürprizler de var elbette. Son duruşmada heyet, dönemin Asayiş Komutanı emekli Orgeneral Hasan Kundakçı’nın tanık olarak dinlenmesine karar verdi. 7 Mart’ta gözler yine yargıda olacak ve hiç yargısız olmayacak.